Çarşamba, Haziran 29, 2005

hotel adlon

24.06.05.hotel adlon.18:00

2. dunya savasi sirasinda gecici bir hastane olarak gorev yapmis, sonrasinda da Pariser Meydani'nda ayakta kalmis tek bina olan Hotel Adlon simdi Brandenburg Kapisi'na karsi -buyuk bir kismi yeniden insa edilmis olsa da- tek eski bina olarak duruyor. Meydan eski haline sadik kalinarak yeniden insa edilmis, bir tek Amerikan Konsoloslugu'nun yapimi henuz bitmemis. Michael Jackson ya da halk arasinda bilinen adiyla tenekeci bok ye, cocugunu iste bu otelin en ust katindaki en pahali odadan -berlin miydi avrupa miydi dunya miydi, galba dunya ama yok canim olamaz.- disariya gazetecilere sallamis. Iste sirf bu yuzden oturuyorum burda ve eski ve oldukca turistik bir mekan oldugundan kelli fiyatlari tavana vurmus olan Hotel Adlon'un onundeki kafede 10 avroluk Erdbeerfrappe -cilekli frape-mi yudumluyorum. Evet belki biraz -tamam oldukca- pahali ama tadi da bir o kadar guzel. Soguk yogun ve icinde cilek parcaciklari var. Garsonlarin son derece samimi -ne kadar icten oldugu tartisilir tabi- tavirlari da cabasi. Gerci servis yapilirken pecete ve su gelmiyor, istenince getirilen suyun icinde de ne ise yaradiklarini anlayamadigim kirmizi topcuklar var ama sonucta yiyeycek ve icecege harcanan para -tadi guzel oldugu surece- bosa harcanmis sayilmaz, degil mi dostlar?

24.06.05.hotel adlon.18:22

Cumartesi, Haziran 25, 2005

chapter V

Frankfurt (Main) Hbf. – Langen (Hess) – Darmstadt Hbf. – Darmstadt Süd – Darmstadt Eberstadt – Bickenbach (Bergstr.) – Haehnlein-Alsbach – Zwingenberg (Bergstr.) – Bensheim Auerbach – Bensheim – Heppenheim (Bergstr.) – Landenbach (Bergstr.) – Hemsbach – Weinheim (Bergstr.) – Ladenburg – Mannheim Friedrichsfeld – Heidelberg Hbf.

Oldukça keyifli geçen Kassel etabı sonunda bir stadyum büyüklüğündeki Frankfurt (Main) istasyonuna varmış bulundum. Evet istasyon eşek kadar ama yine de şehre göre normal bir büyüklüğe sahip olduğu iddia edilebilir. Trenden inip biraz gezindim, hatta bir kapıdan çıkıp öbüründen içeri girdim. Artık Frankfurt’u da görmedim demem. Çok muttetem bir havası olduğu söylenemez şehrin. Kocaman binaları, büyük çelik konstrüksiyon yapıları, nehir kenarında çok şey görmüş geçirmiş bir şehir havası ile biraz Amerika’yı andırıyor sanki. İlk intibam çok olumlu değil yani.

Günün geleneğini bozmayarak bu istasyondan da yiyecek bir şeyler alayım dedim. Bir sandviç daha yemeyeyim diye gözüme kestirdiğim bir dükkandan körili tavuklu dürüm formatında bir şeyler –wrap- aldım. Ama keşke geleneği bozsaymışım, bir kere dürüm dediğin sıcak olur. Dükkanı işleten heriflerin Türk oldukları konusunda da ciddi şüphelerim var, zira dürümün içinde eser miktarda bulunan köri ve tavuk, bir salata deryası içinde boğuluyordu. Ayrıca tatları da çok kötüydü. Bu son yemeğin oldukça gereksiz olduğunu kabul ediyorum.

Neyse efendim son aktarmamı da yaparak Heidelberg trenine bindim. Diğerlerinin aksine bu bir Regional Express değil Regional Bahn. Bildiğimiz banliyö treni gibi birşey işte, bizimkilerden biraz daha rahat, koltuklar falan güzel, camlar rahat açılıyor. İnsanlar da daha şehirli –yani turist değil-, daha multi-kulti ve Berlin’e göre daha sevimsiz. Ben galiba Frankfurt’u çok sevmedim.

-Bu Bergstrasse nasıl bir strassedir ki 9 duraktır hala bitmemiştir. Bağdat Caddesi ya da Minibüs Yolu gibi düşünülebilir tabi ama duraklar arası da bayağı bir yol var, en azından 5 dakika. Bu konuyu araştıracağım.

-Darmstadt Süd’ün çok güzel bir istasyon binası var. Böyle tren yolu sanki küçük bir vadinin içinde gibi bina da sol tarafta yükseltinin üzerinde yan tarafından yukarı çıkılıp içinden geçiliyor sanırım.

chapter IV

Kassel – Kassel Wilhelmshöhe – Wabern – Treysa – Neustadt – Stadtallendorf – Kirchhain – Marburg Lahn – Giessen – Friedberg (Hess) – Frankfurt (Main) Hbf.

Tahmin edildiği üzere oldukça zorlu, sıkıcı, yorucu, sıcak, rahatsız, kıç karıncalı bir yolculuk oldu 3. etap. Kassel’in hoş tren istasyonunda biraz yürüyüp Burger King’den aldığım mamaları sepserin ve Hırvatlar ya da Sırplardan uzak Frankfurt treninde mideye indirince keyfim yerine geldi. İlk iki trendeki kadar rahat gidemeyeceğim belki ve yer itibarı ile görüş alanım pek fazla değil ama tarihe Kassel Faciası olarak geçecek olayı yaşadıktan sonra bu tren cennet gibi geliyor doğrusu. Arka fonda bir miktar bebek sesi olsa da müzikle elimine edilemeyecek bir seviyede değil. Etrafımda da ders çalışan, uyuyan, etrafı seyreden mülayim tipler oturduğundan kelli mutlu ve verimli bir yolculuk geçireceğimi tahmin ediyorum.

-Biraz Topkekvari olacak ama Unter den Linden’in adı neden Unter den Linden?

-Marburg Lahn’da süper bir kale ve katedral vardı, durunca inip gezesim geldi gerçekten.

chapter III

Sangerhausen – Berga-Kelbra – Nordhausen – Bleicherode Ost – Leinefelde – Heilbad Heiligenstadt – Eichenberg – Witzenhausen Nord – Hann Münden - Kassel

Yolculuğumuzun en sinir bozucu bölümü olmaya aday kısmı için Sangerhausen’den Kassel’e giden trene binmiş bulunuyorum. Berlin’den beri beraber yolculuk ettiğim, büyük olasılıkla Hırvat üç kişiden en küçük ve gürültülü ve sinir bozucu olanı ile yan yana ve sıkı bir dirsek teması içerisinde oturmaktayım. Diğer trenlerin tüyler ürpertici serinliğinin ve genişliğinin aksine bu trenin havalandırması yok, etrafımdaki bütün koltuklar dolu ve arkamdan da ton balığı kokuları geliyor. Omuz omuza mücadele ettiğimiz uyuz gencin, walkman’inde benim de gayet rahat duyabileceğim bir ses şiddetinde oryantal müzikler dinlediği ve şarkılara diliyle lök lök yaparak eşlik ettiği yetmiyormuş gibi az önce de benden kalem istedi ve sol kolumu dayanılmaz şekilde rahatsız eden sağ koluyla bulmaca çözmeye başladı. Ve hatta bununla da kalmayarak, her soruyu karşısındaki nispeten daha mülayim arkadaşına –ya da akrabasına- sorarak verdiği rahatsızlığı daha yüksek boyutlara taşıdı. Sabrın getireceği selametten ve müzikal soyutlanmadan medet umarak hayatta kalmayı planlıyorum. Avşar Gürpınar huzursuzluğun göbeenden birdirdi.

-Nordhausen diye bir yere geldik. Güneye inmiyor muyuz yahu? Niye hala Nordhausen?

chapter II

Magdeburg Hbf – Schönebeck (Elbe) – Stassfurt – Güsten – Sandersleben (Anh) – Hettstedt – Klostermansfeld – Sangerhausen

Yolculuğumuzun ilk etabını başarıyla tamamlayıp Magdeburg tren istasyonundaki şişko ve sempatik teyzeden aldığımız –tabi ki taze ve lezzetli ekmekle yapılmış jamonlu sandviç ve sade kahveyi gayet öğle yemeksel bir şekilde ve afiyetle mideye indirdikten sonra yaklaşık 1,5 saat sürecek ve nerede olduğu hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı Sangerhausen’de son bulacak olan ikinci etabına başlamış bulunuyoruz. İstasyonun içerisinde yön duygum kaybolduğundan mıdır nedir, sanki geldiğim yöne geri dönüyormuşum gibi hissediyorum. Şu an durduğumuz istasyonun adından –Schönebeck (Elbe)- Elbe nehri üzerinde ya da yakınında bir yerlerde olduğumuzu anlıyorum. Hava parçalı bulutlu, yerler sık ağaçlı. Avşar Gürpınar laptopunda çince adventure oyunu oynayan gencin yanından bildirdi.

-Sandersleben kalesi taştan

sen çıkardın beni baştan

chapter I

Berlin Zoologischer Garten – Berlin Wannsee – Potsdam Hbf. – Werder (Havel) – Brandenburg Hbf. – Kirchmöser – Wusterwitz – Genthin – Güsen (b Genthin) – Burg (b Magdeburg) – Magdeburg (Neustadt) – Magdeburg Hbf.

Gayrıresmi Almanya interrail turunun ilk etabı olan Berlin-Heidelberg yolculuğunda beraberiz. Ucuz olsun diye sadece RE (Regional Express) ve RB (Regional Bahn) leri kapsayan bir bilet aldığımızdan yolculuk süremiz neredeyse ikiye katlanarak 10 saate çıkmış durumda. Ancak buradan hareketle trenlerin dandik olduğu sonucuna varmamalıyız. Berlin’in şehiriçi trenlerinin bile bizim şehirlerarası trenlerimizi dövdüğü düşünülürse Almanya’nın en düşük seviyeli treninin bile ne kadar rahat, konforlu, sarsıntısız, iyi havalandırılmış ve sessiz olduğu rahatça anlaşılabilir.

Ayrıca bu 10 saatin 19+7+29+34=89 dakikası yani 1,5 saati aktarmalara harcanacak süre olacaktır. Yol boyunca ortalama 1,5-2 saatlik aralarla Magdeburg, Sangerhausen, Kassel ve Frankfurt (Main) istasyonlarında aktarma yaparak 22:27 de Heidelberg’de olmayı umuyoruz.

Karşı kompartımanda oturan turist çiftin t-shirt’ümdeki ‘Bruce Lee Kicks Ass’ yazısına ısrarla uzun uzun bakarak gülmeleri ise ayrıca ilginç bir durum. Kendileri Hong Kong’un içinden sanırım. Bir saniye. Bruce Lee nereliydi ki? Koreli mi?

Perşembe, Haziran 23, 2005

patlayacak gibi olmak

Patlayacak gibi olmak 18.06.05.mutfak.12.30

Örnekler çoğaltılabilecek olsa da patlayacak gibi olmak genel olarak tokluk, sıkıntı, mutluluk ve uzun süreli cinsel hareketsizlikten kaynaklanmaktadır. Oldukça sık yaşadığımız, hatta belki hayatımızın yüzde bilmem kaçını meşgul eden bu his ve durumların hepsi için aynı benzetmenin kullanılması ise hoş bir tesadüf olsa da, insan içten içe bunun daha ulvi anlamları olmasını –varsa da bunları bilebilmeyi- istemekte, neredeyse patlayacak gibi olmaktadır.

İlk kavramımız ya da metafor kaynağımız yani patlayacak gibi olmakla ilişkilendirdiğimiz durum –en kısa haliyle benzetmenin tamlananı gibi yanlış bir tanım kullanılabilir sanırım- tokluk. Gayet fiziksel bir “patlayacak gibi olmak” durumu olan tokluğun neden böyle bir benzetmeyle ifade edildiği açıklama gerektirmeyecek -ama buna rağmen bu kadar uzun bir cümle kurduracak- kadar aşikardır. Aslında yemeye başladıktan yirmi dakika kadar sonra doymuş olan insanın, bu his beynine ulaşana kadar yemeye devam etmesi ile midesinin gerekenden fazla dolduğunu, bir lokma daha yerse istifra edeceğini ve artık birilerinin kahve yapma zamanının geldiğini anlatmak ya da oburluğunu daha sempatik bir kisve altında dışa vurmak amacıyla bu benzetmeye başvurması alışılagelmiş bir durumdur. Kişi, bununla beraber hep birlikte yaptıkları aşırı yeme eylemini ortak ve unutulmayacak bir anı haline getirmek, bir süre sonra “o gün nasıl da patlayana kadar yemiştik” tarzı grupsal paylaşım hissini tavana vurduracak cümleleri sarf edebilmek hevesi ile de bu ve bu kapıya çıkan benzetmeler yapabilir.

Daha ruhsal, derin ve hazmı zor bir “patlayacak gibi olma” hissi ise sıkıntıdan dolayı oluşabilmektedir. Doğaldır ki, her insan evladının kendi dertleri ve bunların tetiklediği sıkıntıları vardır. Kişiden kişiye ve kişinin kendi içinde değişmekle birlikte değişik sıkıntı türleri ve derecelerine de rastlanmaktadır. Maddi olanlar da dahil olmak üzere –ki sürekli tersi öğretilmeye çalışılsa da manevi olanlar çok daha ciddi, sofistike ve çözülmesi zor sıkıntılardır- hemen hemen bütün sıkıntılar bilinmeyenlerle ilişkilendirilebilir. Kendinin ve karşıdakinin ne yapacağını, ne diyeceğini bilememek, ne düşündüğünü bilememek, nasıl geçineceğini, nereden para bulabileceğini, ve hatta nereye para harcayacağını bilememek gibi sorunlarla ortaya çıkan sıkıntılar, elini, ayağını nereye koyacağını, ne karar vereceğini, verilen kararların ne kadar doğru olduğunu, neden bu kadar sıkıldığını ve bu sıkıntının ne zaman geçeceğini bilememek gibi kişisel bilinmezlik sorularıyla devam eder.

Yüzeysel bir sınıflandırma ile sıkıntıyı üç temel önermede ele almak mümkündür. Bunlar “sıkıntının sebebi”, “sıkıntının çözümü” ve “çözümün erişilebilirliği” olarak adlandırılır. Sıkıntının sebebi değişik mahiyetlerde tezahür etse ve birçok durumda bu sebebi bilmek ve bunun farkına varabilmek bile çözüm yolunda atılmış önemli bir adım olsa da sıkıntının sebebinin bilinmediği ya da bilinmesinin önemli olmadığı durumlar “sıkıntıdan patlayacak gibi olmak” seviyesine ulaşmak için geçerli –ve yeterli- sebeplerdir. O yüzden bu tip spesifik durumları incelemek deyimimizin anlamını daha iyi kavramak bakımından daha faydalı olacaktır. Sıkıntının çözümü kavramı, sebebi ile benzer bir şekilde ele alınabilir. Çözümün bilinmesi çoğu zaman bu sıkıntının bünyeden atılmasında çok az bir öneme sahip olabilir. Sıkıntıya alışmış ya da onu kabullenmiş olan kişi için çözümün belli olması sıfıra yakın bir önem arz edebilir. Üçüncü ve belki de en önemli nokta olan çözümün erişilebilirliği ise kişinin sıkıntısını içselleştirme oranı ile doğru orantılıdır. Sıkıntının belirli bir çözümü olduğunu varsayarsak karşımıza çıkacak en önemli soru bu çözümün erişilebilir olup olmadığıdır. Çözüm erişilemez veya bilinmeyen bir seviyede ise zaten kişinin sıkıntısından kurtulabilmesi için gereken yolların bir çoğu kullanılamaz durumda demektir. Kaldı ki çözüm –ya da çözümler- erişilebilir durumda olsa bile, kişi isteksizlik, üşengeçlik ve aşırı sıkıntı gibi hislerden dolayı bu çözümlere erişmeyi ve sorunları çözmeyi istememek gibi davranışlar da sergileyebilir. Bu üç faktörün de istenen koşulları sağlaması durumunda ise kişi yukarıda betimlenen patlama raddesine gelebilir. Ancak tokluk durumundakinin aksine kişi eğer sıkıntısını başkalarının ilgisini çekmek ya da kendisini –hiçbir şeye değilse bile- bu sıkıntıya sahip hissetmek istiyorsa patlayacak gibi olma durumunu fazla dışsallaştıramaz. Bu sebeple sıkıntıdan patlayacak gibi olma halinin bu durumda en samimi anlamını bulduğu söylenebilir.

Sıkıntı ile neredeyse tam ters bir yapıda olsa da mutluluk hissinin çok yüksek seviyeye ulaştığı durumlarda da patlayacak gibi hissetmek mümkündür. Aşırı mutluluk hali kişi üzerinde sıkıntıya benzer etkiler uyandırabilir. Ciğerlere sürekli ve aşırı hava alımı, bedenin ruha dar gelmesi, yastık ve duvar yumruklamak için duyulan aşırı istek, konsantrasyon eksikliği gibi sıkıntı hallerinde rastlanan semptomların yanı sıra ayakların yere basmaması, aklın özerk bir kimlik kazanarak havada gezmeye başlaması, aşırı hoşgörü ve ağız genişliği gibi dışarıdan da gayet rahata fark edilebilecek kendine özgü belirtileri ile mutluluk halk arasında çok sevilen ancak bir o kadar zor bulunan, hakkında kendisine ulaşmanın 1001 yolunun adres tarif eder gibi anlatıldığı kitaplar yazılan naçizane bir histir. Sıkıntı hissinin tersine oldukça kısa süren ve belirsizliğin olumlu anlamda beslediği, mutsuz ve hüzünlü ruh hallerine alışmış kimselerin paranoyak bir şekilde –neden bu kadar mutlu olduğuna anlam verememe- yiyip bitirdiği bu his genellikle ortaya çıkışından çok kısa bir süre sonra “patlayacak gibi olma” raddesine ulaşır. Normalde sıkıntısı ile mutlu mesut yaşayan bünye, bu tip aşırı mutluluk durumlarında bu mutlulukla ne yapacağını bilemez ve bu his çok kısa bir zamanda sönerek yerini kişinin garip bir şekilde kendisini içinde daha normal hissettiği duygulara bırakır.

Şimdiye kadar anlatılan durumlara göre çok daha az rastlanan ve çok da küçük bir hissedici kitleye hitap eden başka bir patlayacak gibi olma hissi ise uzun süreli cinsel hareketsizlik sonucu ortaya çıkar.

Neredeyse ölü bir cinsel hayatla bile huzurlu bir şekilde yaşayabilen kişiler dışında pek çok insan cinselliğin bol seratoninli sularında yüzmek arzusu ile yaşar. Ancak cinsel devrimin henüz gerçekleşmediği, cinselliğin duygusal bağlarla kuşatıldığı bölgelerde yaşayan insanlarda uzun süreli cinsel hareketsizliğin getirdiği “patlayacak gibi olma” hissinin oldukça sık görüldüğü de yadsınamayacak bir gerçektir. Tam bu noktada daha önce bahsettiğimiz durumların tersine bir cinsiyet ayrımcılığı yapmak ve konuyu kadında ve erkekte uzun süreli cinsel hareketsizlik olarak iki farklı kulvarda incelemek gerekir. Tabi ki kadınlarda da cinsel hayat erkeklerde olduğu gibi oldukça fazla önem taşır, ancak kadınların vücutlarından dışarı atmak zorunda oldukları sıvıları olmadığından, onlar erkeklere kıyasla çok daha uzun bir süre durgun bir cinsel hayatın beraberinde getirdiği hislerden mahrum bir şekilde yaşayabilirler. Muhakkak ki bunun da istisnaları mevcuttur ve fakat bu istisnalar hiçbir zaman kaideleri bozacak bir raddeye erişemezler.

Kadınlara göre daha sabırsız ve -tabiri caizse- abazan bir yapıya sahip olan erkekler ise sürekli olarak birileriyle beraber olmak isterler. Bu istek zamanla eksponensiyel bir şekilde artar ve sonunda erkekler sadece bir kez olsun biriyle beraber olabilmek için amuda kalkıp yüz metre yürümek de dahil olmak üzere her şeyi yapabilecek hale gelirler. Kişinin artık patlayacak hale geldiği bu durum sosyal statü ve kişinin bu hissi kendine yakıştırması ve kabullenmesi ile ilişkili olarak farklı şekillerde dışa vurulur. Bir kısım insan hislerini karşı cinse yüzeysel bir yavşaklık ve rahatsız edici sarkıntılıklarla anlatmaya çalışırken bazıları da karakterlerinin ve seçicilik seviyelerinin getirdiği bir olgunluk ile kıvranır. Birinci gruptaki insanlar şanslarını Fordculuk yaparak ya da güneylere inerek ulusal ve uluslar arası anlamda zorlarken, ikinci kısımdakilerin kaderi genellikle orta ve uzun süreli ilişkiler olduğundan, bunların denemelerinin çok azı sadece bu isteğin karşılanmasıyla son bulur. Cinsel hareket yaşayayım, patlayacak gibi olmayayım derken arkadaş olurlar, birkaç seneyi bulabilecek ilişkilere başlarlar, kafalarında patlayacak gibi olur. Ama belki böylesi daha güzeldir.

a.21.06.05.mutfak.00.36

Cuma, Haziran 17, 2005

jacobs

16.06.05 15:14

Almanya’daki Jacobs’un farklı olmasından mı, Jacobs’un farklı bir türü olmasından mıdır bilemiyorum ama buradaki Jacobs gayet içilebilir bir nitelikte, Türkiye’deki gibi kusturmuyor. Ama yine de Nescafe’nin yerini hiçbir şey tutamaz tabi ki.
Bu arada kahve yapımıyla ilgili ufak bir bilgi vermek isterim. Birçoğumuz şimdiye kadar bir iki kere kahveyi kaşıkla kutusunun içinden aldıktan sonra bardağa doğru götürürken bir kısmını dökmüşüzdür diye tahmin ediyorum. Bu durumu engellemek için bardağı masanın üzerine koyup kahve kavanozunu ve kaşığı elinize alın ve bardağın üzerinde bir yerlerde tutun. Kahveyi kaşıkladıktan sonra ise kaşığı değil kavanozu hareket ettirin, böylece kaşığın sallanıp ya da bir yerlere çarpıp içindeki kahveyi oraya buraya dökme tandansı azalacak, kavanozu aradan çektiğiniz anda bardağın hemen üzerinde kalan kaşığı hop diye ters çevirerek kahvenizi sorunsuz bir şekilde bardağa dökebileceksiniz. Afiyet olsun.

15:24

kentucky

15.06.05 14:38

KENTUCKY FRIED CHICKEN

İki gün önce bugün, yani buraya gelmemin üzerinden 24 saat geçmemişken henüz, Mete’yle beraber, çılgınca acıkmış ve guruldamakta olan midelerimizi ilk akşam yemeğini yemek üzere Zoologischer Garten’daki Kentucky Fried Chicken’a götürdük. Burası ciddi anlamda sosyolojik bir incelemeye tabi tutulması gereken bir mekan. İçeride yirmiye yakın dil konuşuluyor ve fakat bunların içinde Almanca yok. Azınlıkların çoğunluk olduğu bir tür gastronomik benzin istasyonu. Çinliler, Hintliler, Araplar, Türkler, kısaca Almanya’da Almallar dışında kaç millet varsa hepsinden birkaç örnek var. Bir fırtına kopacak olsa dışarıda, restoran ayaklanıp gidecek hz. Kentaki kaptanlığında, o derece.
Bir de bakıyoruz ki duvardaki ilana bugün –Salı- tavukların halk günüymüş, altı tane kanat parçası 1,60 avroymuş. “Dağlar kızı Reyhan” diyerekten kasaya hopluyoruz, “Bize ordan 3 tane altılık kanat çek bakalım”ın Almanca’sının der blaue Reitervari bir ifadesiyle alıyoruz 4,5 kadar tavuğun katledilmesine sebep olmuş olan yemeğimizi. Ama kutsal tükenmez kalem adına, o da nesi? Sos yok ki bunun yanında. Pardon Sayın Sonja ben bir barbekü sos alabilirmiyim, İstanbul’dan alışık değilim ben böyle şeylere, bizde sos switchi doğuştan on geliyor, tepsimde sos olmazsa oturur ağlarım vallahi. Hem bakın biz hemen yanınızda servis yapmakta olan çirkin Stefan yerine sizi tercih ettik, yüzümüzü kara çıkarmayın lütfen. “Natürlicherweise”diyor Sonja en yapmacık gülümsemesiyle. “0,25 sent verene, bir barbekü sos bedava”. Allah iyiliğini vermesin Sonja parası neyse veririz, sosları görelim. Alıp mikroorganizma yüklü tepsilerimizi, oturuyoruz dışardaki masalardan birine, hangi milletten olduğu pek anlaşılmayan, ama bir o kadar da Alman olmayan bir amcanın yanına. Meğer günün en kentucky saatleriymiş bunlar, gitmiyoruz ve amcanın yanında kalıyoruz biz de.
Ben tam elimi kutunun içine atıp düşmüş tavuklara bir tekme daha vuracakken bir şey dikkatimi cezbediyor. Daha doğrusu olmayan bir şey. En doğrusu birçok şey. Nerde bu kentucky’nin mayonezi, ketçabı, kolonyalı mendili, pipeti kardeşim? Olacak şey değil. Olmamış da zaten. Türkçe bilmediklerinden olsa gerek pazarlamanın p’sinden anlamayan Almallar ketçap ve mayonezi de parayla veriyorlar, pipeti içerden kendin alıyorsun ve mendil kolonyalama gibi bir yöntem henüz gelişmemiş 6 saatlik gecesine kurban olduğumun Almanya’sında. O kadar sıra olmasa Sonja’nın gözüne sokacağım 0.25 sentleri ve fakat o kadar açım ki midem beynimi bloke edip engel oluyor masadan kalkmama.
Türk kentaki’siyle Alman kaentackie’si arasındaki en önemli farklardan birinin alman tavuklarının beslenme sorunu olduğu ortaya çıkıyor ilk kanat parçamı eller ellemez. Yoksa benim normal şartlar altında 9 parça kanat yediğim görülmüş şey değil. Yine de kimse görmesin diye gizli gizli yiyorum. Daha önemli başka bir sorun ise Türkiye’de doğru yolu bulup Coca Cola ile anlaşmış olan Kentucky’nin burada “Her tepsiye bir Pepsi” anlayışıyla servis yapmaya devam etmesi. Mete bunun olacak bir şey olmadığını –ben de gerizekalıyım çünkü- zira bu Kentucky dediklerinin Pepsi Co.’nun uşağı olduğunu idda ediyor. Hıhı diyip geçiyorum bu söze, stadyum ışıklarıya aydınlatılan bir yerin spor salonu olduğunu idda eden bir insandan bahsediyoruz.
Sonuç olarak “Kötü yemek yoktur, yeterince acıkmamış insan vardır” felsefesinden hareketle dolduruyoruz yemeğe hasret kalmış midelerimizi ve bu biricik –unique’in türkçesi neydi yahu?- tecrübe için müteşekkir bir şekilde uzaklaşıyoruz oradan. İki azınlık eksiliyor mayonezini sıktğımın Kentucky’sinden.

15:10

firkete

15.06.05 18:00

İki firketenin birbirine yumuşak ve mükemmel geçişi gibi gerçekleşebilir baen bir olay. Durağa gelir gelmez otobüsün gelmesi, aramak üzere olduğun bir insanın seni araması ya da aradığın insanın tam zamanında hayatına girmesi gibi. O kadar yumuşak ve sorunsuz bir geçiştir ki bu hem, gerçekleştikten sonra hiç rahatsızlık vermez. Birbirine bağlı olsa da artık firketeler, özgürce –fark edilmeyecek kadar ufak bir sürtünme kuvveti ile- salınırlar, bağımlı değildirler, istendiği kadar öyle kalıp, istenildiğinde çıkarılabilirler. Rahat, sade, basit, kendine özgü tasarımları gibi firketelerin, birbirleri arasındaki ilişki de böyledir. Bir fiketeye bir ya da birçok firkete takılabilir. Aynı şekilde bir ya da birçok firkete saça ya da bir –herhangi bir- kıyafetin kenarına rahatça, kolayca ama sağlam bir şekilde, güzel görünecek ve tersine çok rahat çevrilebilecek biçimlerde iliştirilebilir. Hafif, basit ve rahattır firketeler. Çoklu kullanıma da uygundur.

-bu yazımı ünlü alt metin avcısı Zeynep Bilge’nin hünerli beynine emanet ediyorum.-

berlingunlugu I

15.06.05 12.35

Bugün 9.00 gibi kalktım. Mete salağı 7’de uyancaktı ama başaramadı. Kalktık kahvaltı ettik. Mete’nin acelesi vardı, hapır hupur yedi o yüzden. Gerçi her zaman hapır hupur yer ya, neyse. O gittikten sonra ben de hazırlanıp çıktım. Hazır mıydın çıkmaya? Sen nereden çıktın Hayri? Ben seni İstanbul’da bırakmıştım. Yavşağınım ben senin. Sen nereye, ben oraya. Eee, neler yaptın bakalım bugün? Kapa çeneni Hayri. Ben seninle konuşmuyorum. Ayrıca sanki bilmiyorsun neler yaptığımı. Sen anlatınca daha güzel oluyor. Sinirlenince daha güzel olduğunu söylemiş miydim? Seni beynimin “block list”ine alıyorum Hayri. Attığın mesajları görmeyeceğim bundan sonra.
Neyse asıl amacım yeni yapılmakta olan Hauptbahnhof’tan başlayarak Berlin’in göbee olarak niteleyebileceğimiz ve hatta nitelediğimiz dairesel dikdörtgen içinde dönerek, her durakta inip biraz gezeleyip bir sonraki durağa gitmek suretiyle başladığım noktaya varmak idi. Fakat gelin görün ki –sen gözlerini kapat Hayri- Bellevue durağında inip bir miktar yürüdükten sonra kafamdaki yön bulma şalteri tamamen kapandı ve biraz istem dışı olarak biraz da umursamadan kayboluverdim. Turmstrasse, Alt-Moabit bölgesinde hiçbir şekilde aynı yerin önünden iki kez geçmeyerek ama mantıklı bir yere de ulaşamadan dönüp durdum. Ancak şu anda ürettiğim bir argümana dayanarak diyorum ki: “Bir şehri tanımanın en iyi yolu onun içinde kaybolmaktır. İnsan ancak kaybolduğu zaman ezberlenmiş hareketlerinin dışına çıkarak etrafını gerçek anlamda incelemeye başlar.”
Sonuç olarak geleneksel “Türk Erkeğinin Yol Sormama Manifestosu”nu bir kenara bırakarak atladım bir otobüse ve birçok otorite tarafından yalanlanmak ve şiddetle kınanmak pahasına da olsa Berlin’in Taksim Meydanı olarak niteleyebileceğimiz –hayır Hayri aynı espriyi iki kere yapmayacağım- Zoologischer Garten’a geldim. Burası 8 sene önceki Berlin gezisine dair kafamda en canlı görüntülere sahip olan yer. Aslında çok özel bir olay da gerçekleşmemişti burada, sadece otobüs durağında insanları beklemiştik sekiz sene önce geçen mevsim, ama dün akşam burada trenden inip meydana çıkar çıkmaz zihinsel bir şimşek çaktı beynimde ve gözümün önünde yeni çekilmiş bir fotoğraf gibi canlandı herşey. Sanki dün gerçekleşmişcesine.
Neyse efendim, hemen istasyonun yanındaki Cafe Zoo’ya oturup öğlen kahvemi yudumlarkene bu satırları yazma gafletinde de bulunmuş bulundum. Birazdan kalkıp Mete’nin güzel evine gideceğim. Öğle banyosu, öğle yemeği ve öğle uykusunun ardından akşam 7 gibi –akşam demeye bin şahit ister aslında, hava 10:30’da kararıyor zira- Mete’yle buluşmak gibi hain planlarım var. İki gün sonra Nesliyan gelecek Bremen’den, Meteciğim’in de o gün için hunharca planları varmış. Tam olarak ne olduğunu söylemiyor sinsi köfte ama çıtlattığına göre mahvolacakmışım, dibim düşecekmiş, falan filan. Göreceğiz bakalım Mete Bey. Haftaiçi günler de haftasonu öncesi nekahat dönemi gibi geçiyor şu ara. Gayet sakin, huzurlu. Yalnız biraz belki ama çok da rahatsız etmiyor bu kocaman insan bahçesinde oradan oraya sürüklenmek. Berlin, İstanbul’un güzel bir kopyası gibi. Kötü taraflarından kısmen arındırılmış, büyük, çok kültürlü, yarı-kaotik, yaşam dolu bir yer. Tabi ki İstanbul’daki pek çok şey de burada yok ama kendine has güzelliklere sahip. İkinci günden izlenimler şimdilik bu kadar.

a. 13:10 cafe zoo

Pazartesi, Haziran 13, 2005

a.s.m.z

'the angels in your palm
sing gentle worried songs
and sweetness of our dreams
like mountains made of steam'

Pazar, Haziran 12, 2005

hayri

nereden çıktım ben? kafadan attım ben seni, ya da kafama attım da diyebiliriz. kırk akıllıya ihtiyacımız var şimdi. onu sormuyorum, neden ben? ne işe yarıyorum, niye böyle bir ihtiyaç hissettin? çok yalnızdım hayri, sen yalnızlık nedir bilir misin? bilemezsin tabi hiç olmadın ki. böyle beylik cümleler kurmayalım lütfen. istediğim cümleyi kurarım, sana mı soracağım? ben senin cümlelerine karışıyor muyum? sadece cümlelerimiz birbirine karışıyor arada. benim cümlelerim sensin zaten. öyle deme hayri. nasıl diyeyim abi? sen, ben olsan da, çarpık bir bilinçaltının meyvesisin. ikimiz bir bilincin güller açan altıyız. gün gelir sen de tamamen kendinin olan cümleler kurarsın, kendin olur çıkarsın. işte o gün senin bittiğin gündür, Bakırköy'de buluşuruz, bu cümleyle kavuşuruz, da konuyu çarpıtmasan diyorum. hala soruma cevap vermedin. bak işte aramızdaki farklardan biri de bu, benim hafızam çok kötüdür, sen maşallah her boku hatırlıyorsun. konudan sapmayalım lütfen. peki madem.
kendini yalnız hissedebilme sanatı, icra edilmesi oldukça zor olan bir zanaattir. herkes kendini topluluk içerisinde ve hatta kendini -kendilerini değil, seni- seven insanların yanında yalnız hissedemez. kimseyle konuşmak istemezsin, ama yine de birileriyle konuşmaya ihtiyacın vardır. kim insanı kendi bilincinin bir ürününden daha iyi anlayabilir ki? kim onun, başka kimsenin anlamlandıramayacağı düşüncelerinin içindeki anlamı görebilir ki? ama ben senin çarpık bilincinin bir ürünüysem, sana nasıl yardımcı olabilir, yalnızlığını nasıl paylaşabilirim ki? senin ne kadarını anlayabildiğin, ne kadarını paylaşabildiğin önemli değil. bir kere ağzından -beyninden- çıkınca kelimeler, sözlü -ya da yazılı-, yeterlidir bu kendini daha iyi anlayabilmek, düşüncelerine farklı bir gözle bakabilmek için. işte sen böylesi bir ihtiyacın ürünüsün. ihtiyaçtan satılıksın. bence -sence- sadece kısmen doğru söylediklerin. neden? bütün bunlar yanlış değil, ama asıl derdin de değil. kendin olarak dile getirmekten korktuğun ya da çekindiğin düşüncelerin için bir günah keçisiyim ben. normalde söyleyemediğin şeyleri söyleyebilmek, sana aptal gelen esprileri yapabilmek için bana ihtiyaç duyuyorsun. böylece aslında o cümleleri sen kurmuş olmuyorsun. kendi iç bilincinde sanki senden farklıymış gibi görünen birinin düşünceleriymiş gibi gösterek bunları, kendi bilincini temize çıkartmaya çalışıyorsun, sanki o düşünceleri düşünen sen değilmişsin gibi. bu kadar analitik olmak zorunda mısın? hemen sinirlenme, bu çok kötü birşey değil aslında. ben sen istediğin sürece ve istediğin şekilde burada olacağım. ve bana ihtiyacın olmadığında da kaybolacağım. hıyarın tekisin hayri ama sanırım seni tam da bu yüzden seviyorum. bilmez miyim? iyi bilirsin. sen bilirsin.

a. 11.06.05 17:50-18:50 ferdane

köprüden geçti gelin

çok sıkıştım hayri, öyle böyle değil. büyük mü, küçük mü? çok büyük. hava çok sıcak, yaz gelmiş, karpuz kabuğu denize düşmüş, Arnavutköy'de gördüm bugün. rahatlık, koli basili denizine hiç düşünmeden balıklama atlayabilmektir belki, belki düpedüz intihara teşşbbüstür. intihara teşşbbüs edebilmek rahatlık gerektirir mi ki? Tam tersi, bir rahatsızlığın var ki böyle bir şeye teşebbüs ediyorsun değil mi? hayri burası çok sıcak, seksi gömleğim sırılsıklam oldu, ama daha seksi göründüğümü sanmıyorum. ateşim çıktı hayri, al ateşimi, ver vücut sıcaklığımı. Klimamız var niye çalıştırmıyoruz ki? benzin yakıyormuş. klima benzin yakmasın, güneş bizi yaksın. şu anda güneş enerjisiyle çalışıyor olsaydım, arabayı Bostancı'ya kadar itebilirdim hayri. senden de böyle gereksiz bir hareket beklenirdi zaten. son derece derin bir hayalgücüyle, son derece anlamsız davranışların kesiştiği noktadasın. ukala hıyar, neyse hızlandık.

a. 07.06.05 19:20
birinci köprü
meyhane önünde bekleşen garsonlar. ceketi sırtında, gözlüklü, kel bir adam. elinde iş çantası ve montuyla etrafa bakınan bir adam. pencerede aniden belirip benden ateş isteyen bir yabancı, şimdi menüden birşeyler seçmeye çalışıyor. göbekli, elinde tesbihi, buraların ağası gibi gezen bir amca. kovboy şapkalı, çizmeli, büyük güneş gözlüklü, gömleği dışarda, kot giymiş bir Türk. elinde kazı-kazanlarıyla masa masa dolaşan bir çocuk. saçları dökülünce ensesindeki saçları uzatmış bir genç ve kız arkadaşı. 3-5 kuruş paralarıyla eğlenmeye çıkan zenciler, fakirler belki ama daha mutlular.

kedilere ilgi göstermeyen çok az kız var.

"ben de bakayım şu ortamlara" der gibi oturmuş bir masaya çerezini yiyip birasını içen, beyaz çoraplı, bıyıklı bir amca. ne kadar önyargılıyız insanlar hakkında ama ne kadar çok şey söylüyor dış görünüşleri aslında.

bir gün takılar üzerine uzun bir inceleme yazacağım. kadınlar güzel olmayı bilmiyorlar, doğal güzelliklerinin takılarla ne kadar çirkinleşebildiğinin farkında değiller.

çorap ve don satan bir amca? kim nevizade'de çorap ya da don alır ki?

kıyafetleri ile pantolonlarının arasından belleri, sırtları ve hatta kıllarının çatalları görünen kızlar bu durumu gerçekten fark etmiyorlar mı? yoksa çok mu rahatlar? gidip, kıçının çatalı da çok güzelmiş, ya da belindeki oyukta yetiştirdiğin kıllara bayıldım" desem hoşlarına gider mi? güzel birşey söylesem, içten içe gider. kızların çoğu erkeklere endeksli yaşıyorlar. erkekler de öyle aslında ama onların farklı yöntemleri var.

hayat bilgisi'ndeki kopil geldi şimdi. o çocuk programında ne kadar eğlenceliydi. çocukları salak sanan insanlar çocuklardan daha salak.

a. 31.05.05 19:00

nevizade

bir iki hafta önce şahika'nın ön tarafında oturup içerken sadece etraftan duyduğum şeyleri ve gördüğüm insanları yazmak geldi içimden. ortaya şöyle birşeyler çıkıverdi:
"daha da sayabilirim...en kötü yanından görmedim işte...şöyle birşey söyleyeyim mi?...bütün kötü yanları eleyip...bu saatten sonra hayal kurmak istemiyorum...daha 21 yaşındayım...daha 22 yaşında hayata bu kadar negatif bakamazsın, bakmamalısın."

-hiçbir şeyden korkmasak, hep doğruyu söylesek belki ne kadar rahat olurdu hayat ve belki ne kadar sıkıcı.-
-aptal kızlar, aptal erkekler, aptal insanlar-

a. 31.05.05 18:30

Perşembe, Haziran 09, 2005

ya ben ilkeri gordum gecen bun ruyamda, harbiye
acikhavanin orda. hava acikti, ilker nefes nefese ve
berdus. tam dönücem bir anda karsima cikti namussuz.
napiosun sen burda dedim, dedi oyuna gidiyorum, dedim
ben gelemiyorum, dedi canin saolsun, dedim sen sag ben
selamet, basti gitti rol kesercesine, peki dedim ben
de kendi kendime, eger gelemiyorduysam oyuna
acikhavada ne isim vardi, ilkerin o ruyada ne isi
vardi, uyandim.

uyaninca sevindim oh ne guzel tersi cikicak simdi diye
ama gelin gorun ki kazin ayagi farkli bir yapidaymis,
yarin kimyasal biraderler konserinde bulunmam
gerekiyormus, ben salak gibi butun oyunlarini kacirdim
ya kendisinin, tebrik ediyorum kendimi, ve kendisine
beni dövme sehrinin altin anahtarlarini veriyorum.

cok ozur dilerim ilkercim.

yol kenarinda -baydivey- siz bu 14 hazirani
okudugunuzda ben cok uzaklarda olucam, bazilariniza
gore tabi, pinara bir rhein kadar yakin olacagim
mesela, meteye ise sevisebilecek kadar. alman hukumeti
bana davetiye yolladi gel gez ulkemizi kizlarimiza
yavsa, öp onlari diye, uzerine para da verdiler
kiramadim kendilerini, mecburen 14 haziran-22 temmuz
arasi almallar'la icice olacagim. belirli bir
terbiyesizlik seviyesinin altindaki tüm tekliflere
acigim. shaga shaga, yapmam öyle şeyler, çok mutaassıp bi gencim.

esen kalin.
jack skellington, tarabya sahili'nden bildirdi.

Çarşamba, Haziran 08, 2005

çok içiyorsun abi. beni rahat bırak hayri, en azından içince sapıtmıyorum klozetine tükürdüğümün barlarında. yine de kaçmak için içmek anlamsız. evet hayri anlamsız, ama birşeyden kaçtığım yok, zaten kaçabilirim ama saklanamam biliyorsun bunu. neyse benden söylemesi, iyi görmüyorum halini. halt etmişsin sen, halim vaktim yerinde, karnım tok, sırtım pek, iç güveysinden halliceyim.

Salı, Haziran 07, 2005

bir de şimdiye kadarki rufus'lardan bir karışık attırdım ki ortaya parmaklarınızı yersiniz vallahi, şarkı ve albüm ismi olaraktan:
crumb by crumb (want two)
in my arms (rufus wainwright)
waiting for a dream (want two)
damned ladies (rufus wainwright)
beautiful child (want one)
the one you love (want two)
evil angel (poses)
rebel prince (poses)
cigarettes and chocolate milk (poses)
gay messiah (want two)
14th street (want one)
this love affair (want two)
i don't know what it is (want one)
matinee idol (rufus wainwright)
a bit of you (rufus wainwright)
grey gardens (poses)
agnus dei (want two)
beauty mark (rufus wainwright)
foolish love (rufus wainwright)
bu da mayıs özel cd'si. bence mayıs normal'den daha güzel ama biraz daha durgun, daha bir içli bir köfte nedense:

1. doves - the storm
2. sondre lerche - it's too late
3. lhasa - anywhere on this road
4. blonde redhead - a cure
5. bright eyes - sunrise, sunset
6. doves - the man who told everything
7. lhasa - con todo palabra
8. husky rescue - rainbow flows
9. kaizers orchester - bris
10. the cracow klezmer band - awaiting
11. blonde redhead - maddening cloud
12. the third eye foundation - stone cold said so
13. blonde redhead - falling man
14. bonobo - nothing owed
15. badly drawn boy - river, sea, ocean
16. sufjan stevens - seven swans
17. jon brion - collecting things
bundan beyle "dinneyelim öğrenelim" yazmayacağım kimsenin umurunda değil zaten, oh iyi valla ben burda dimağlarda kullanılmayan köşelerin tozunu alayım diye uğraşayım, siz bütün düşünsel kıyafetlerinizi oraya buraya fırlatın. olacak iş mi? toplamıyorum bundan sonra.

ama ağlamayın diye -beni de ağlatırsınız sonra mazallah- yeni bir yöntem belirledim kendime. çok gurur duydum hatta kendimle bunun için, ne kadar süperli -bak yine başladın başkalarının kelimelerini kullanmaya-, ne kadar şaharikulade -bak kızmaya başlıyorum-, ne kadar badak -yeter artık- bir insanmışım da haberim yokmuş dedim. neyse efendim, sizin müzikteki yeni gelişmelerden mahrum kalmanıza gönlü razı olmayan, siz yeyince doyan yazarınız her ay dinlediği şarkılardan türkülerden bir demetini yuvarlak ve ortası delik bir medyum üzerinde toplamaya ve bu demetin hangi nadide çiçeklerden oluştuğunu size beyan etmeye karar verdi.

tabi her ayın demeti o aya yetişmiyor, çiçeklerin toplanması, seviyor sevmiyor yapılması, derlenmesi zaman alıyor. bu sebeple öğneğin nisan albümü nisan'ın şarkıları ama ancak mayıs'ta dinleyebiliyorsunuz. eğer "ohoo benim müzik zevkim haftadan haftaya değişiyor derseniz yapabileceğim birşey yok onlar gözlerini kapasınlar.

gel gelelim nisan yani mayıs cd'sine. çok ahım şahım olmadı zira birkaç başka şarkıyla beraber nisan şarkılarını başka bir cd'de topladım, buraya da aynılarını koymadım tabi. ilerleyen aylarda performansımın artacağından şüpheleniyorum. şöyle ki:

1.of montreal - oslo in the summertime
2.hot hot heat - soldier in a box
3.loudon wainwright III - no
4.piano magic - night of the hunter
5.beck - hell yes
6.m. ward - four hours in washington
7.andrew bird - skin is, my
8.hot hot heat - ladies & gentlemen
9.22-20's - why don't you do it for me
10.m. ward - well-tempered clavier
11.hot hot heat - shame on you
12.50 foot ocean - sally is a girl
13.the flaming lips - the observer
14.lhasa - small song
15.22-20's - devil in me
16.loudon wainwright III - it's love and i hate it
17.lhasa - pa' llegar a tu lado
18.super furry animals - the undefeated
19.22-20's - shoot your gun
20.husky rescue - the man who flew away
21.andrew bird - a nervous tic motion of the head to the left
22.andrew bird - [untitled]
23.the cooper temple clause - talking to a brick wall

merak etmeyin 80 dakkalik cd'ye sığıyor, o kadar salak değilim. bir de cd'ye çekip ortamlarda "bak karışık cd yaptım ne güzel dimi, seviyeli bir birlikteliğe ne dersin" tarzında muhabbetlere girmek amacında olanlar varsa beni arasınlar ben onlara çok seviyeli başka cdler çekeyim.

hadi afiyet olsun.
üç aydan daha kısa bir sürede 7000 şarkı dinlemişim 80 gün desek günde 87.5 eder, ki bu gunlerin %10unda -kesin daha fazladir ama- evde olmamış olsam 72 günde ortalama 97.2 eder. ama aslında evde degilken de surekli müzik dinliyorum, o zaman gün sayısı aynı kalsın. günde ortalama bir saat de dışarıda dinliyor olayim yani günde -bir şarkı 3,5 dakika desek- 15-20 sarki falan. 80 günde 1600 şarkı eder. o zamaan toplam 8600 şarkıdan günde ortalama 107.5 ediyor. vay bee. ne biçim bir insanmışım ben de haberim yokmuş. akşam dışarı çıktığımda dinlediklerimi de saymadım yani, öyle böyle değilim hayri. peki nedir kardeşim senin dinlediğin, ortalamandan bana ne, bana bir faydası var mı? al bak işte o zaman.
odam hapishane teras da onun bahçesi, her gece aynı oyunu oynuyorum. sıkıldım artık ben bu bunalim edebiyatından. öyle deme hayri. nasıl diyeyim? bunaldığımı kim söyledi? bunlar hayatın gerçekleri. koyarım böyle gerçekliğe. sen koy ben geliyorum.

Pazartesi, Haziran 06, 2005

gel oğlum hayri. bak gördün mü insanoğlu kuş misali. en çok çektiğin acı vurur seni yeniden. sıradan olmaya alış hayri bak yazın hep aynı günes açıyor. ben de biliyorum aynı nehre iki kere giremeyecegimizi hayri, bana ukalalık yapma. girdiğin nehrin bir önceki girişinden farkli yanlarını söyleyebilir misin bana? ya bak gördün mü? bir daha konuşmadan iyi düşün. hatta mümkünse hiç konuşma. ben sana küseyim. sen sus, ben konuşayım. beni bir tek sen anlıyorsun hayri. ben de bir zamanlar senin gibi çocuktum. öyle de kalacaktım. büyüyenler kıskançlıklarından beni de kendi saflarına çekmek istediler. kaptırmadım kendimi, sıklaştırmadım safları. benim kendi seccadem var, ne çekecem sizin büyümüş ayaklarınızın kokusunu? sen de çekme hayri. gitme hep yanımda kal, beni kollarına al. şaka yaptım hayri şımarma hemen. ayrıca hala küsüs. ne zaman mı barışırız? şu güneş karşıki tepenin ardından bir daha doğmamak üzere doğmadığında barışırız. sen beni bir de o zaman gör.
meğer. neymiş meğer. anlayamadim. nekibuki? baktim baktim baktim. çok sevilen birşeymiş meğer. milyonların sevgilisiymiş, iyi mi kötü mü bu şimdi? sana ne ki bundan? bana ne olur mu canım, hayat memat meselesi bu. çok afedersin ama siktir. birincisi affetmem, ikincisi de sen siktir, tamam o kadar önemli olmayabilir ama önemli işte. ama bak böyle söyleyerek baştan yenik başlıyorsun. bunlar senin sözlerin değil, söyle kimden çaldın bunları? ne var yani biri güzel bir cümle kurmuşsa biz de onu kullanamaz mıyız? ama güzel bir cümle değil ki bu anlamıyorsun, bize en çok hüzün yakışır, en önemsiz şeye en önemli şey gibi üzülebiliyorsan olmuşsun demektir, düşme zamanı gelmiştir. kim tutacak peki, tutankamon mu? ebenin amı tutacak gerizekalı, seninle monolog yapanda kabahat. sen onu bunu bırak da söyle terk eden giden midir kalan mı?

purescore

sefgili gunnuk,
purescore deyyu bir site var, sorulari cevapliosun cinsel masumiyetini hesapliyor. ne kadar dogru bilemiyorum ama benimki 41 cikti, sanirim biraz dusuk.

Perşembe, Haziran 02, 2005

susie suh

2005'te sony'den ilk albümünü çıkarmış olan, 25 yaşında, koreli-amerikan countryden hallice bir folk rock şarkıcısı ve albümün de adı. singer/songwriter zincirine yeni bir halka olarak eklenen susie'nin çok da büyük bir yenilik getirdiği söylenemez, biraz fiona*, biraz aimee*, hatta belki biraz dido*, öyle kotarmış 10 şarkıyı. albümün genel havası oldukça sakin ve düz, fazla iniş çıkış yok, sadece bazı şarkılar* diğerlerinden daha üzgün, daha depresif. 
kendisi müziği hakkında şöyle konuşmuş: "i'm not impressed with complex chord changes; i'd rather hear a simple song that expresses an emotion honestly and sincerely." yani diyor ki "enstrüman konusunda çok da yetenekli değilim, o yüzden ancak sesimle birşeyler yapabiliorum böyle duşta şarkı söyler gibi, evde gitar çalar gibi birşeyler". ama bir ilk albüm için yine de fena degil. your battlefield, lucille, petrified to be god-like fena şarkılar değil.  bir yerlerden de tanıdık geliyor sesi, bir dizide kullanılmış olma ihtimali yüksek.

Çarşamba, Haziran 01, 2005

Babasının bıraktığı koşum takımlarını kuşanmayı reddeden çocuk; bu, insanın en eşsiz yeteneğinin sembolüdür. “Ben babam neyse o olmak zorunda değilim. Babamın kurallarına uymak hatta onun inandığı her şeye inanmak zorunda da değilim. İnsan olarak benim gücüm, neye inanıp neye inanmayacağıma, ne olup ne olmayacağıma dair kendi seçimlerimi yapabilmemdir.”

-II. Leto Atreides

Hark al-Ada Biyografisi

Bırak gelecek kendiliğinden gerçekleşsin. Yaratıcılığa hükmeden tek kural, yaratım eyleminin kendisidir.

-Leto

Yapmak zorunda olduğu şeyi yapıyor. Kendi yaşamını, birçok yaşamı yönettiğini düşünerek kurdu. Bu şekilde hepimiz tanrıyı oynarız.

-Vaiz

Sağ kalmanın sınırları iklim, yani bir neslin fark etmeyebileceği o uzun değişim birikintileri tarafından belirlenir. Ve seyri belirleyen de iklimin aşırı uçlarıdır. Ömrü sınırlı insanlar, yalnızca iklimsel bölgeleri, yıllık hava durumu dalgalanmalarını gözlemleyebilirler ve arada sırada ‘Bu, hayatımda gördüğüm en soğuk yıl,’ şeklinde gözlemlerde bulunabilirler. Bunlar hissedilebilir şeylerdir. Ama insanlar uzun yıllar boyunca değişen ortalamalara karşı pek tetikte değildirler. Ve insanların herhangi bir gezegen üstünde nasıl sağ kalacaklarını öğrenmeleri kesinlikle bu tetikteliğe bağlıdır. İklimi öğrenmeleri şarttır.

-Arrakis, Dönüşüm

Hark-al Ada’nın Kaleminden

Muad’Dib’in ruhu yalnızca sözler, yalnızca onun adına çıkarılan Kanun’un lafzı değildir. Muad’Dib, daima kendini beğenmiş güçlülere, şarlatanlara ve dogmatik fanatiklere karşı o iç öfke olmalıdır. Söyleyecek sözü olması gereken de bu iç öfke olmalıdır; çünkü Muad’Dib bize, bir şeyin her şeyden üstün olduğunu öğretti: insanlar yalnızca sosyal adaletin olduğu bir kardeşlik içinde varlıklarını sürdürebilirler.

-Fedaykin Sözleşmesi

Halleck sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Araştırma raporlarını bekleyerek iki gün ve iki gece geçirmişti. Şimdi, üçüncü günün sabahında, kendi rolünün eriyip gittiğini ve onu çıplak bıraktığını hissediyordu. Zaten hiçbir zaman komutan olmaktan hoşlanmamıştı. Diğerleri ilginç ve tehlikeli şeyleri yaparken komutanlar daima beklerdi.

Bir sırrı saklamanın en emin yolu, insanları yanıtı zaten bildiklerine inandırmaktır. O zaman insanlar soru sormaz.

-Leto

Siz CHOAM yönetim kurulu üyelerinin anlayamıyor göründüğü şey şu ki ticarette nadiren gerçek sadakat bulursunuz. En son ne zaman, yaşamını şirket uğruna feda eden bir memur duydunuz? Belki de sizin aldanışınız, insanlara düşünmeyi ve işbirliği yapmayı emredebileceğinizi sanmanızda yatıyordur. Bu tarih boyunca, dinlerden genel kurmaylara kadar uzanan bir başarısızlıktır. Genel kurmayların, kendi uluslarını yok etmeye dair uzun bir kayıtları vardır. Dinlere, Thomas Aquinas’ı tekrar okumalarını tavsiye ederim. Size gelince CHOAM üyeleri, bu inandıklarınız ne saçma! İnsanlar bir şey yapmak istiyorlarsa, bunu en derinlerdeki dürtüleriyle istemelidirler. Büyük uygarlıkların ilerlemesini sağlayan ticari organizasyonlar ya da emir komuta zincirleri değil halktır. Her uygarlık yarattığı bireylerin niteliğine dayanır. Eğer insanları fazla organize ederseniz, fazla yasallaştırırsanız, büyüklüğe yönelik güdülerini bastırırsanız, çalışamazlar ve uygarlıkları çöker.

-CHOAM’a yazılmış bir mektup

Vaiz’e atfedilmiştir

Barış çözümler gerektirir ama asla yaşayan çözümlere ulaşmayız, yalnızca onlara yaklaşırız. Sabit bir çözüm, tanımı gereği, ölü bir çözümdür. Barışla ilgili sorun şudur ki o, zekayı ödüllendirmek yerine hataları cezalandırmaya eğilimlidir.

-Babamın Sözleri:

Hark al-Ada’nın derlediği

Muad’Dib’in bir sözü

“Din, çocuğun yetişkine öykünmesidir. Din, geçmiş inançları içerir: bir tahmin olan mitoloji; evrendeki güvenle ilgili gizli varsayımlar; din, hepsinin aydınlanma zerreleriyle birbirine karışmış halidir. Ve daima dile getirilmemiş en yüce buyruk şudur: ‘Sorgulamayacaksın!’ Ama biz sorguluyoruz. Biz doğal olarak bu buyruğa karşı çıktık. Bizim uğraştığımız iş, hayal gücünün özgürleştirilmesi, hayal gücünün, insan soyunun en derin yaratıcılık algılarına dek kullanılmasıdır.”

-Rahibeler Birliği’nin Amentü’sü

Ben görüyorum, duyuyorum, kokuları saptıyorum, dokunuyorum, sıcaklık değişimlerini hissediyorum, tat alıyorum. Ahh! Mutluyum…Bir insanın yaşamı hakkında hiçbir gizem yoktur. Bu çözülecek bir problem değil tecrübe edilecek bir gerçekliktir.

-Leto

Sıradan zihnin içine gömülü kaldığı tek yönlü zaman bilinci, insanların her şeyi sıralı, söz merkezli bir sistem içinde düşünmelerine yol açar. Bu zihinsel tuzak, çok kısa vadeli verimlilik kavramları ve sonuçlar üretir; krizleri sabit, plansız bir halde karşılamaya neden olur.

-Liet Kynes

Arrakis Çalışma Rehberi

Evrenimizin tek bir gözden görünüşü, sorunları çok uzaklarda aramamamız gerektiğini söyler. Bu tür sorunlar size asla ulaşmayabilir. Bunun yerine, çitlerinizin içindeki kurda bakın. Hatta dışarıda dolanan vahşi hayvan sürüleri hiç var olmayabilir.

-Azhar Kitabı; Şamra I:4

…Sakınmaya çalıştığınız şeyleri tekrar tekrar yüzünüze vuracağım. Yalnızca sizi teselli eden şeylere inanmak istemenizi garip bulmuyorum. Yoksa insanlar bizi sıradanlığa sürükleyen tuzakları başka nasıl keşfedebilirler? Korkaklığı başka nasıl tanımlarız?...Kendi varlığınızı yargılamak için kendi akıl sağlığınızı bile tehlikeye atmayı istemediğiniz sürece düşünmüş ya da gerçekten var olmuş olmazsınız.

-Vaiz

Kesinlikten uzak durun! Yaşamın en derin emri budur. Yaşamın bütün konusu budur. Bizler bilinmeyene, kesin olmayana giren bir sondayız…Eğer kesinlik, mutlak bir geleceği mutlak olarak bilmekse, bu yalnızca kılık değiştirmiş ölümdür! Böyle bir gelecek şimdi haline gelir!...

-Vaiz

Bir mentat, her şeyden önce, tek bir konunun uzmanı olmayıp her konuda genel bilgi sahibi olmalıdır. Eksperler ve uzmanlar sizi çabucak kaosa sürükler. Onlar önemsiz ayrıntılarla uğraşan yararsız kaynaklardır, bir virgül üzerine acımasız tartışmalar yaparlar. Oysa genel bilgi sahibi mentat, karar verme sürecine sağlıklı bir sağduyu getirmelidir. Evreninde olup biten şeyleri geniş bir şekilde taramaktan kendini uzaklaştırmamalıdır. Şöyle diyebilmelidir: “Şu an bu konuda hiçbir gerçek gizem yok. Bilmek istediğimiz şey bu. Bunun yanlış olduğu daha sonra ispatlanabilir ama o noktaya geldiğimizde bunu düzeltiriz.” Genel bilgi sahibi mentat, evrenimiz olarak tanımlayabileceğimiz bir şeyin sadece daha büyük bir olgunun parçası olduğunu anlamalıdır. Ama uzman, geriye, kendi uzmanlık alanının dar standartlarına bakar. Oysa genel bilgi sahibi olan dışarı bakar, yaşayan ilkeler arar, bu ilkelerin değiştiğini, geliştiğini gayet iyi bilir. Her genel bilgi sahibi mentatın bakması gereken şey, değişimin kendi karakteristik yapısıdır. Böyle değişimler için hiçbir kalıcı katalog, hiçbir el kitabı ya da kılavuz yoktur. Mümkün olduğunca az ön yargıyla buna bakmalı ve kendi kendinize sormalısınız: “Peki bu ne işe yarayacak?”

-Mentat El Kitabı

Hükümetler, uzun ömürlü olurlarsa, daima aristokratik yönetim şekillerine yönelirler. Tarihteki hiçbir hükümetin bu seyirden ayrıldığı görülmemiştir. Ve aristokrasi geliştikçe, hükümet, yönetici sınıfın çıkarları doğrultusunda hareket etmeye gittikçe daha fazla yönelir; bu yönetici sınıf, ister babadan oğla geçen soylu sınıf, ister finans imparatorluklarının oligarşik sınıfı, isterse kemikleşmiş bürokrasi sınıfı olsun, hiçbir şey fark etmez.

-Tekrarlayan bir Olgu olarak Politika:

Bene Gesserit Eğitim El Kitabı

geçen aylarda dune'un üçüncüsünü okurken her zaman hastası olduğum bölüm başı lafları daha bir güzel gelmişti. sonra düşündüm de acaba kitabı okuyup bitirdikten sonra bunların kaçını hatırlayacaktım. işte bu yüzden sırf bu yüzden o sayfaları kıvırmıştım haşin bir edayla. geçen gün oturup hepsini geçirdim bilgisayara, alın, bakın, okuyun, feyz alın, el emeği göz nuru.