Cuma, Ekim 16, 2009

Mahşerin 12 Şarkısı


Doğada ve doğal süreçlerin örüntüleri içerisinde var olan bir müzik formu olduğuna inanıyorum. Öyle bir müzik ki, doğal olarak gerçekleşen güzellikleri, onlara verdiğimiz duygusal tepkileri uyandıracak derecede derinden bir etkileyicilikle anlatabilir.”

Douglas Adams, Kutsal Dedektiflik Bürosu, 1987


Zerre’yi dinlemeye ilk başladığımda “Karanlık” diye düşündüm. Ve kesinlikle öfkeli. Şarkılar bağırıp çağırıyor, acı çekiyor, gücünü son damlasına kadar harcıyordu. Bazen bir süreliğine durulup, sakinleşip, ardından öncekinden daha da şiddetli bir şekilde devam ediyordu. Sonra bir anda Rodin’in başyapıtı “Cehennemin Kapısı” canlandı kafamda. Müziğin mi imgeyi, imgenin mi müziği güçlendirdiği belli olmasa da, birkaç dinleyiş sonunda Rodin’in karmaşık ve karanlık Cehennem’i ile Replikas’ın vahşi ve öfkeli Zerre’si bir daha ayrılmamak üzere birleşti. Eğer elimizde Douglas Adams'ın doğadaki her tür biçimi ve hareketi notalara çevirebilen Reason’ı gibi bir bilgisayar programı olsaydı orada Cehennemin Kapıları'nın müzikal karşılığı Zerre olurdu. Yani mahşerin bu 12 şarkısı aslında “Cehennemin Kapısı’nı” anlatıyordu.

Rodin, Cehennemin Kapısı’nı betimlerken insanın bitmek bilmeyen arzularını, eksiklik ve zayıflıklarını masif bir bütünlük içerisinde gösterir. Kapının üzerindeki her bir heykel, hem başlı başına ayrı bir hikâye anlatır, hem de kapının bütünlüğü içerisinde tamamlayıcı bir anlam taşır. Aşıklar, aldatanlar, açlar, acı çekenler, balçıktan ya da bir tür karanlık maddeden oluşan o perdenin içine girip çıkar, bir an için görünür olup tekrar kaybolur. Bütün bu figürler, kapının üzerinde duran Düşünen Adam’ın düşüncesinde şekillenen cehenneme gitmekle gitmemek, yani ölmekle ölmemek arasında cebelleşirler. Her yönden belirip her yöne kaybolan insanların karmaşası, kontrolsüz ve sonsuz bir hareket içerisinde kendini yeniler. Rodin'in ince bir bilinçle oluşturduğu bu derece karmaşık bir yapıdaki bütün hikayeler ve detaylar, insanı bilinçli bir farkındalıktan çok, çoğu zaman tanımlanamayan bilinçüstü bir düzeyde etkiler. Zerre'de de aynı karmaşık ve çok katmanlı yapı, dinleyiciyi benzer bir düzeyde içine alıyor ve tanımlanması zor bir şekilde etkiliyor.

Bir sanatçının ya da grubun her eseri aslında tek ve bağımsız olsa da, onu önceki örnekleriyle karşılaştırmadan değerlendirmek oldukça zor. Ancak yüzeysel veya şekilsel bir karşılaştırma da beraberinde eserin asıl içeriğinin gözden kaçmasına sebep olabilir. Bu yüzden öncekileri kendimize sabit bir nokta olarak alarak yenilere bakmak ve bu bağlamda Avaz’ı ve/veya daha önceki albümleri temel almak daha mantıklı ve anlamlı olacaktır.

Üç buçuk sene öncesinin Replikas’ının son albümü gecenin verdiği rahatsızlık ile başlıyordu. Sesten ve karmaşadan değil, sessizlik ve sakinlikten gelen bir rahatsızlık idi bu. O şarkıda kısaca da olsa sözlerle ifade edilen rahatsızlık, Bu Sıkıntı’da sadece müzik ile anlatılıyor. Bu parça, albümün kavramsal bir uvertürü gibi. Nasıl bir eser dinlemek üzere olduğumuzu diğer şarkılara sessel değil, kavramsal referanslar vererek anlatıyor. Şarkının başında çalgılar alarm veriyor. Albümün koyu, karanlık, kirli ve gürültülü olduğunu, sentetik seslerle bezendiğini, çoğu zaman tekrara dayanan tekdüze sesler üzerine kurulduğunu, dalgalanıp durulacağını ve çağlayıp coşacağını haber veriyor.

Cehennemin Kapısı üzerindeki heykellere tek tek bakıldığında birçok farklı hikâyeye rastlanır. Yasak bir aşkı anlatan Paolo ve Francesca, kaçan aşk (Fugit Amor), açlıktan çocuklarını yemek zorunda kalan Ugolino ve düşen adam (Falling Man) bir yandan son derece dramatik diğer yandan da çok sade ve insancıl hikâyeler anlatır. Zerre’de de Rodin’in heykellerinde olduğu gibi, her şarkı ayrı bir hikâye anlatıyor ama aynı zamanda albümün bütünlüğü içerisinde tamamlayıcı bir anlam taşıyor. İfade ediliş şiddetleri farklı olsa da albüme hâkim derin melankoli içerisinde her iki şarkıdan birinde kin, kan, ölüm, kâbus ve zehir gibi kelimeler çalınıyor kulağa. Ancak, belki de bu kelimelerin ilk çağrıştıracağı duygu olan nefretten eser yok. Replikas’ın sıkıntı ile açtığı kapılar, hayatın geçiciliği -uçuculuğu-, imkânsız –belki de var olmayan- aşklar, korkular, aldanışlar ile devam ediyor. Anlamları birçok farklı yöne çekilebilecek sözler her zamankinden daha saf ve sade. Dadaruhi’de sessel özellikleri ile öne çıkan sözler (gel-gir-bil-dön, de-rü-müş-be-çe-nim), Avaz’da daha net imgeler canlandırmak için kullanılmıştı. “Sessiz bir gece”, “Tam on beş metre boyum” ya da “çevremde cinler gibi güneş” derken hayalgücünü çok belirgin, beyinde gerçeküstü resimler yaratan noktalara çekiyordu Replikas. Zerre’de ise sesler hem “sesler”, hem de evrensel hikâyeler anlatmaktalar. "Kan ile can, baştan bir olmuş", "ölünmez-görülmez-bilinmez-gömülmez", "sonlar an içinde, anlar kan renginde". Bu anlamda sözlerin kullanılışı Zerre'de hem Dadaruhi’den hem de Avaz'dan farklılık gösteriyor. Kelimeler; kısa, kafiyeli ve ilham verici bir muğlâklık içerisinde birleştirilmiş. Sesleniş, genelde birinci tekilden orada olmayan bir ikinci tekile yapılıyor. “Bugün varım, yarın yokum, bilmeyenler olabilir” gibi. Ancak seslenen kendini geri kalanlardan yukarıda, herşeyi bilen ve herşeyin farkında olan bir noktaya konumlandırmıyor. Her şarkı bir bilmece, adı kon(ul)amayan bir nesnenin, duygunun ya da insanın etrafında çemberler çiziyor. Bütün bu hikâyeleri bir arada tutan, Cehennemin Kapısı’ndaki karanlık maddeyle aynı görevi gören etken ise müzik. Duygular, düşünceler ve bunların ifade ediliş şekilleri değişirken, müzik arka planda bütün bunları bir arada tutan bir harç gibi. Sözler altından çekildiği anda her şey yerle bir olabilir. Şarkılarda anlatılanlar "Zerredir belki ama yok denilmez" ya da "Beni neden öldürdün?" derecesinde ince, saf ve kırılgan bir şekilde bize daha yakın bir yerlerde dolaşırken, arka planda müzik baş döndürücü bir sertlikle savruluyor ve her şeyi kendi boşluğuna/karanlığına çekmeye çalışıyor.


Albümü dinlerken farklı noktalarda Replikas’ın geçmişine dair çok net sesler duymak mümkün. Sıklıkla eski albümlere yapılan göndermelere rastlanıyor. Bir çok şarkıda duyulan melankolik hava zaten albümün damarlarına işlemiş. Bunu sadece parçaların isimlerinden bile anlamak mümkün. Bu Sıkıntı, Bozuk Düzen, Boş Vücut ve Hortum, buna örnek verilebilir. Bunun yanında zaman zaman hayatı hafife alan sözler duyulmakta. Gerek melodik anlamda, gerekse enstrüman kullanımı anlamında Türk kültürüne yapılan vurgular da aslında daha önceki albümlerden tanıdık olunan yöntemler. Ancak bu sefer sanki daha derinde ve daha fark ettirmeden kavrıyor ruhumuzu. Az sonra halaya durulacakmışçasına başlayan Zerre, Seattle yöresinden gelen vokallerle harmanlanıyor. Modern zamanların Alevi ritüellerine yakışırcasına hu çeken Gülmediğin Günler'in sonunda çalan çanlarla aslında bir olan bütün dinler, bütün duygular ve günahlar birbirine karışıyor. Cehennemin Kapısı’nda farklı yöntemlerin (heykel, rölyef) uyumlu birlikteliği gibi, bütün bu farklı müzikal etkilenimlerin oluşturduğu müziğin bize verdiği his sanki sürekli olarak zaman ve mekân değiştiriyor. Yukarda da belirtildiği gibi bütün bu özellikleri daha önceki albümlerde az ya da çok görebilmek mümkün. Ancak Zerre bir yandan bunların hepsinden beslenir ve izler taşırken, bir yandan da tamamen yeni ve özgün olmayı başarıyor. Bu durum, yaklaşık yirmi sene süren –ve aslında hiçbir zaman tamamlanamayan- Cehennemin Kapısı’nın Rodin’in hayatı boyunca yaptığı birçok farklı heykeli ve bunların farklı birleşimlerini içermesi ile de sıkı bir paralellik taşıyor.

Albümün sokaklarında bata çıka ilerlerken, artık Hortum ile bütün duygular doruğa çıkıyor. Albümün başında çalan alarm gibi ziller, ancak bu sefer bitişi haber veriyor. Artık toplanma zamanının geldiğini ve kapının öbür tarafına geçileceğini. Zaten dayanacak gücümüz de kalmamış. O yüzden kendimizi bu hortuma bırakıyoruz ve Ruh'larımızı alıp Feza'ya geçiyoruz. Her şey son ve kısacık bir an içerisinde birbirine karışıyor, dönüyor ve savruluyor. Kapılar, bütün ruhları içine alarak kapanıyor.



Ama bir bakıyoruz ki aslında öbür tarafta hiçbir şey yok. Ne bir ses, ne bir hareket. En azından bir süreliğine. Biz herşeyin bittiğini sanarken, kısa bir sessizliğin ardından ilk önce mekanik sesler çıkararak bize yaklaşan yaratıklar görüyoruz. Sonra müzik netleşiyor. Bütün albüm boyunca kabullendiğimiz ve öbür tarafta -belki de daha şiddetli bir şekilde olmasını beklediğimiz acı, hüzün ve yalnızlıktan eser yok. Hepsi geride kalmış ve hepimiz burada, diğer taraftayız. Rahatlıyoruz ve boş veriyoruz her şeye. Bir yanda elektronik kanun ritimleri vurulurken, gitar sesli bağlama ezgileriyle göbek atan ruhlar olarak ilerliyoruz sonsuza. Tam da bizim mahşerimize yakışan bir sonla.


Kasım, 2008

Hiç yorum yok: