Perşembe, Aralık 28, 2006

yılbaşı hediyesi

julia'nın kafasındaki geyik boynuzlarının sallantısını ekranda görme çabalarının lambaya püf de ile yapılan garip bir dansa dönüştüğü an. müziğin hızlandığı yerde görüntüleri de hızlandırınca komik oldu baya. iyi seneler herkese.

çift parende ustasıyım patlak mısır hastasıyım

04 ekim 2006

1 aydır ilk yağlı tuzlu patlamış mısırım...lafını söylediğim yer bremen friedrich-wilhelm sokağı idi. hemen ardından patlak mısır tüketiminde eksponensiyel bir patlak oluştu. bizim ana caddenin aşağısında konuşlanmış, yarım litrelik becks'leri seksen sente aldığımız rahiya deposu kumaran adlı hintçi dükkanında 79 sente 500 gramlık cin mısırı buldum. artık gün aşırı patlamış mısır yiyorum. hem de yağlı, hem de tuzlu, hem de evdeki gibi tencerede pörtlemişinden.

patlamış mısır makinelerini sevmiyorum. en kötü sonradan üzerine yağ eklemek mümkün ama aynı tadı vermiyor tabi. hem de daha sağlıklı. eskiden o makinelerin içine yağ eklerdim, ya da süzgeçte mısırları yağdan geçirip öyle patlatırdım. bu yağlı tuzlu mısır kompleksi çok önceden beri var. o yağlar makinelerin hava üfleyen yerlerinden içeri akardı, ne cesaret varmış bende de. 2-3 ay sonra bozulurdu, yenisi alınırdı. ondandır şimdiki şımarıklığım biraz da. insan çocuğuna içine kasıtlı olarak yağ koyduğu elektrikli bir alet bozuldu diye yenisini alır mı hiç?

neyse evdeki muhteşem, kesinlikle mısır yakmayan, tam bir çay bardağı cin mısırın patlamış hali kadar hacme sahip emsan tencerem kadar olmasa da burada kullandığım tencere de oldukça iyi. ocak elektrikli olduğu için patlamaların azaldığı noktada kapatmak gerekiyor ocağı, uzun bir süre sıcak kalıyor çünkü sonradan da. en güzel yağlı mısır, mısırözü yağından oluyor bu arada. mısır, mısırözü? bu bağlantıyı şu anda fark ediyor olmam ne kadar garip. o zaman zeytinleri zeytinyağında bekletmek, çin yemeklerini soya, hint yemeklerini hint yağı ile yapmak, sebzeleri bitkisel margarinle, içinde kimyasal madde olan şeyleri de normal margarinle pişirmek mi gerekiyor acaba? sanmıyorum.

yaşasın patlamış mısır ve onun ucuz, keyifli ve hızlı karın doyurucu etkisi.

uzun bir gün

30 eylül 2006

pek dolu bir gün oldu bugün.
sabah:
schlachte'de -weser'in kenarındaki bir sürü kafenin vesairenin olduğu bölge- kaisenmarkt -bit pazarı-, bratwurst -ızgara sosüs- ardından krep ve kahve, uçan balon

öglen:
araba ile lillienthal. yapı yapma festivali ya da partisi. biri yeni bir ev yaptığında ya da evine yeni bir oda yeni bir bahçe vs. eklediğinde insanları evine çağırıp bunu kutluyor. yemek içki muhabbet. sonra yapıyı yapmış olan pos bıyıklı, koca göbekli alman amcalar bir şişe schnaps alıp çatıya çıkıyorlar, dikine dikilmiş bir kazığın üzerine geçirilmiş bir çelengin yanında yaklaşık 10 kıtalık 'allaam sen bu evi nazarlardan kazalardan belalardan koru' anafikirli bir şiir okuyup her kıtanın sonunda bir tek atıyorlar. şiir bitince de açılmamış ikinci şişeyi çottadanak kazığa vurup paramparça ediyorlar. yeni arabaya kurban kesmek gibi birşey. tek farkı yapımında hayvanlara zarar verilmiyor. yemekte et varsa orasını bilemeyeceğim.

akşam:
eve dönerken bakıyorum ki bizim dairenin ışıkları yanıyor, ve fakat hem julia hem de nadine yanımda, öyleyse evdekiler kim? bir giriyorum içeri etrafta balonlar, her yer süslenmiş. gecikmeli bir hoşgeldin partisi, çok şahane makarna salatası, bira, muhabbet. çok sürpriz oluyor hakkaten. pek bir seviniyorum

gece:
evde uzun uzun takıldıktan sonra dışarı çıkıyoruz. önce sielwall'a -viertel'in tam ortası- lagerhaus'a -oldukça büyük kültür merkezi bar cafe karışımı, ara sıra maç da izlemeye gittiğimiz bir yer- gidiyoruz. pek bir hareket yok. haydi hop diyip taaa modernes'e -20 dk. falan, tekrar geri neustadt'a yani- yürüyoruz. disco disco gecesiymiş. ne kadar diskomuz varsa döküyoruz 3,5-4'e kadar. yerde bira şişesinden geçilmiyor. kırılmış olanların ayaklarınızın altında kurabiye gibi ezilmesi, ya da kırılmamış olanlardan birinin üzerine basıp ayağınızı kırmanız işten bile değil. allah koruyor. eve dönüyoruz.
akşam

Salı, Aralık 26, 2006

kadavers cut

kaizers orchestra kaizers orchestra haline gelmeyip jan ove ottesen ve geir zahl yani "Blod Snått Og Juling" olarak kalsaymış norveç'ten yeni bir kings of convenience da çıkabilirmiş aslında. anladığım kadarıyla iki şarkı arka arkaya: Kadavers/Søvnlaus
Ben ilkini daha bir beğendim.

Cuma, Aralık 22, 2006

okur be

sevgili okur, sevgilim okur,
sen bu ve benzeri, sen işbu belgede yer alan satırları okuduğunda ben mercimeği fırına vermiş olacağım. şaka şaka. ne mercimeği lan. sen bu satırları şıftırttığında -kim soktu bu kelimeyi güzel türkçemize, beri gelsin çabuk- ben çok uzaklarda olmayacağım. büyük ihtimalle halen evde pineklemekte becks lucky mac üçgeninde dolanmakta olacağım. iyi güzel de, sen ne yapıyorsun orda onu anlamadım. bu güzel, bu küresel ısınmanın tavana vurduğu nacizane -nacizane mi naçizane mi?- cuma gününde evde ne yapıyorsun allaanı seversen? çıksana dışarı, atsana iki tek, hoplayıp zıplasana azıcık. oluyo mu bak? paran yoksa ben vereyim, sevgilin yoksa ben öpeyim. hadi bakayım sevgili okur. bak kızıyorum ama.

Perşembe, Aralık 21, 2006

cafe & bar celona

28 eylül 2006
12:20

cafe & bar celona'da kurs bitimi kahvesi. hangi sivri akıllı bu ismi bulmuş bilemiyorum. müthiş bir dehanın ürünü olsa gerek. Irish Mocca Cream içiyorum. Çift espresso, çikolata ve irlanda kreması şurubu, sıcak süt ve krema. Evet, oldukça tatlı bir kahve. 3,40 avro.

bu arada bugün evdeki son rafı da devirdim. herşey salondaki fişe eğilmemle başlamıştı. fişi taktıktan sonra gönül rahatlığı ile doğrulurken hemen üstümde durmakta olan 10 santim kalınlığında ve 60 santim uzunluğunda olan ikea rafına şöyle güzel bir omuz atmıştım. ilginç bir şekilde yaklaşık 1,5 metreden aşağı düşen bilimum ıvır zıvırdan hiçbiri kırılmamıştı. ve fakat raf mefta olmuştu, zira duvardaki vida delikleri folloş olmuştu bir kere.

bundan bir iki gün sonra julia'nın odasında durmakta olan aynı formattaki rafın üzerine -onun yaptığı gibi- ayakkabılarımı koymak istememle rafın 'ben çok yoruldum artık salıyorum kendimi' nidaları ile kendini koyvermesi bir oldu. ikinci rafın icabından da bu şekilde geldim. fakat raf laneti henüz bitmemişti.

bu sabah nadine beni kursa bırakabileceğini söyledi, giyindim hazırlandım. çıkmadan önce, halen yatakta mayışmakta olan julia'yı öpeyim dedim. yatak ikea'nın merdivenle çıkılan altı boş yarı ranza formatındaki yataklarından. o yatağın kenarına geldi, ben yukarı uzandım ve fakat ulaşamadık birbirimize. bir adımımı merdivene atıp bir elimi duvara bir elimi de raf olduğunu 5 saniye sonra anlayacağım bir tahta parçasına koyarak destek aldım. benim yukarı doğru uzanmamla rafın aşağı doğru uzanması bir oldu. ve işte 3. raf da bu şekilde mefta oldu.

ama sorun bende değil yani duvarlar bu raflar için fazla yumuşak, raflar da fazla kalın ve ağır. hepsi ikea'nın suçu. hiçbir rafa yaklaşmıyorum tabi artık.

almanca kursu ve rüya

26 eylül 2006
12:15

iğrenç sıkıcı almanca kursundayım. sene içinde verdikleri kursları satmak için 156. kez bizimle konuşuyorlar. neden burada olduğumu bile bilmiyorum. abitur yaptım dedim, bu kursu yapmam gerekiyor mu dedim. hayrola almancan mükemmel mi yoksa dediler. yok dedim ama dört günde ne öğrenicem ki dedim. yeni bir ülkeye gelmişin, dilini öğrenmek istemiyor musun dediler. dedim biliyorum ben bu ülkenin dilini. loop'a girdik kaldık öyle. sonuç olarak buradayım. sıkıntıdan patlamadığım zamanlarda fiil çekip cümle kuruyorum.

dün geceki rüyamın bir kısmında koronun konseri vardı. iki ses birbirine dönük oturuyor, ortada şef var. enteresan bir dizilim. konser başlamadan önce seyircinin -sağımızda- önünde prova yapıyoruz. biri konserle ilgili birşeyler söylüyor. baslardan biri öyleyse neden para almadık diyor. bunun üzerine konseri organize eden bayan -handan ya da ona benzer bir ismi var- kalkıp gidiyor. sonra bir sürü insan gidiyor. konser iptal oluyor gibi.

amadeus

22 eylül 2006
16:35

weserstadion'un -werder bremen'in maçlarını oynadığı weser kıyısındaki stadyum- yakınında amadeus adlı ekanda HSV (hamburg) - Werder maçını izliyoruz. Dün Lagerhaus'ta tanıştığım Stefan'dan Werder ve Alman futbolu hakkında bilgi alıyorum. Werder çok kötü oynuyor. Bir Calzone Tonno ısmarladık. Kocaman şişko bir pidenin içinde ton balığı, mantar, peynir vs., yanında da tam olarak ne olduğunu anlamadığımız pesto-guacamoli karışımı bir sos var. Tabi ki Becks içiyorum. Önce 'Kræusen' diye daha hafif bir bira içtim. Werder ikinci yarıda daha iyi. Yemeğe yumuluyorum.

Pazartesi, Aralık 18, 2006

neden kabuslardan son anda uyanırız?

21 eylül 2006
18:06

sigmund freud enstitisü'nden Dr. Heinrich Deserno'ya göre rüya gördüğümüz REM fazında aslında zaten neredeyse uyanıkmışız. sadece 'motor engel' -ya da ona benzer birşey- hareket etmemizi engelliyormuş. Kabusta kurtulmaya çalıştığımız şeyden kurtulmak için stress hormonları salgılıyormuşuz. Aha da bu hormonlar -tabi ki kabusun en korkunç yerinde- az önce bahsi geçen blokajı kaldırıyor ve uyanıp 'aman tanrım çok kötü bir rüya gördüm diyormuşuz. allah göstermesin.

şırnak'ta aile toplantısı

21 eylül gecesi rüyası:

şırnak gibi bir yerde bütün aile toplanmış. hikayeler anlatılıyor. bokunu yiyim'den bahsediliyor. ablam Anadolu'da bir yerlerde bunun gerçek anlamıyla kullanıldığı söylüyor. eniştem şakalar yapmaya başlıyor. çok gülüyoruz hepimiz. kocaman bir odanın içindeyiz. dışarı çıkmıyoruz ya da çıkamıyoruz. orada kalmak durumundayız. ortada bir soba yanıyor. ısınıyoruz. mutluyuz.

überraschungsei

21 eylül 2006
21:45

istanbul'un belki de en güzel yanı her an sürprizlerle dolu olması, ve en kötü yanı da. buralarda her şeyin yeri, saati ve şekli belli. gel gel sigarası diye birşey yok mesela. tren gecikecek bile olsa, gösteriyor ışıklı ekran gururla, azıcık gecikecek diye. gösterme be ışıklı ekran, gösterme de meraklanalım, heyecanlanalım biraz. hem iyi hem kötü işte. neyse, ben tren olmadığında -şimdi tren olarak değil de tramvay, troleybüs gibi- eve yürüyerek kar ettiğim paraları becks'e yatıradurayım, kıçımın donacağı bir bilemedin iki ay sonrası için bir bisikletin gerekliliğinin bir kez daha farkına varıyorum. hoş, sarhoşken bisiklet kullanmak da yasak ya, kontrol eden yok.
istanbul'da kural yok, kontrol var, almanya'da kural var ama zaten herkes kurallara uyduğu için -ya da öyle olduğuna inanıldığı için- kontrol yok. olursa da kafandan bir şeyler sallayabilirsin. mesela sokağın ortasına edip polis gelince sanat yaptım diyebilirsin. dava bile edersin polisi zorlasan. ama zorlama.

Pazar, Aralık 17, 2006

drunken songs

Eisgekühlter Bombalonder
Bombalonder eisgekühlt
Und dazu
Ein belegtes Brot mit Schinken -chor 'Schinken!'
Ein belegtes Brot mit Ei -chor 'Ei!'
Das sind zwei belegte Bröte
Eins mit Schinken eins mit Ei
usw. usf.
die toten Hosen


almanya'nın zıbarık pantullar yöresinden, derin manalar içeren bir halk şarkısı. 3-5 biradan sonra anlaşılıyor ancak. o yüzden sadece sarhoşlar anlayabiliyor. sonsuza dek söylenebilecek bir loop yapısına sahip.

Perşembe, Aralık 14, 2006

who's your inner rock star ?

Avsar, your inner rock star is Beck

Yeah baby, the rock star part of you is all Beck. Women are enthralled by your seductive energy, a perfect mix of intrigue and poetry. You and Beck have got it all together because you're unafraid to say exactly what's on your mind, and let everyone in on your quirky point of view. Intellectual and sexy, you continually dodge conventional stereotypes with your eclectic personal style. But when you really break it down, it's just your great sense of humor and easygoing talent that makes the crowds go wild. Throw a fiesta, and inspire your inner Beck.

Pazartesi, Aralık 11, 2006

walle'nin yolları taştan

walle'den üniversite'ye giden uzun ve sıkıcı bir hat olan 28 numaralı otobüsün geçtiği yolları sizin için görüntüledik.

Pazar, Aralık 10, 2006

aydınlıklar

aydınlıklar içindeyim hayatta
pırıl pırıl bir yer burası şu anda
sarhoş oldum ben sanki bir yudumda
yere göğe sığmam uçarım uzayda

Cuma, Aralık 08, 2006

ahmet abim


ahmet abim aramış geçende. karpuzları yığdım kapının önüne, uyan da balığa gidelim dedi. demiş yani. ben uyuyodum. rüyamda uyanıp balığa gidiyordum. ahmet abim karpuz kabuğundan gemiler yapmış, yüreğinden gizlice karpuz kaldırıyo. uyandım sonra. baktım karpuzlar kapının önünde, ahmet abim karpuzların üzerinde. ne yapıyorsun ahmet abi, ezilecek, rezil rüsva olacak karpuzlar dedim. hem dedim, o olta ne elindeki dedim. uyandın mı dedi. hadi dedi, balığa gidiyoruz. ne balığı ahmet abi, bu kadar karpuzu kim yiyecek hem? bu kadar karpuza kaç palamut gerekir biliyor musun dedim. biliyorum dedi. 256. herşeyi hesaplamış. cin gibi ahmet abim. peki dedim -ben de az çakal değilim- kim tutacak o kadar balığı?
karpuz gibi yarıldı ahmet abim. yazık oldu.

serbest çağrışım, serbest çağırışım, şerbet çağırışım, bağırışım

yolda yürüyorum geçen gün. bildiğin yol. adamın teki geldi. bildiğin adam. sen bilmezsin aslında beyin bilir. beyin var mı senin? var mı beynin? geldi işte adam. işten adam. işten bile değildi. öyle bir adamın öyle bir teki. çottadanak atmaz mı omzunun tekini bana. atmak dediysem, fırlatmak olarak değil de, hunharca çarpmak, patavatsızca patlatmak. şöyle bir döndüm adama. sana dedim burdan bi koyarım dedim. ee dedi. bulamadım bişey. kırk yıl beyaz sıçarsın desem olmaz, duvardan malayla -yok mala değildi o spatül müydü neydi?- kazırlar desem etrafta duvar yok. kaldım mı şıppadanak? kaldım. çıppadanak bi cevap vermem lazım. adam omzu atmış, küttadanak lafı koymuş, kendisine kapak olacak cevabı bekliyor. yoksa adam omuz attığıyla, omuz pıttadanak atıldığıyla kalacak.
düdüksün sen düdük düdük diye bardadanak bağırarak, hoppadanak koşarak, fırttadanak yatarak kayarak uzaklaştım hemen oradan.
danak.

Salı, Aralık 05, 2006

stadionbad//werdersee

15 eylül 2006
eylül ayının ortası gelmiş, londra'dan bile daha kuzeyde olan bremen'de hava soğumamış. insanlar sokaklarda t-shirt'lerle dolaşmış. hatta iki kere yüzmeye gitmiş.
biri stadyum'un hemen yanındaki stadionbad'mış. kocaman bir yermiş burası iki tane büyük havuzundan biri normal havuzmuş, öbürü suyunu weser'den alan havuzmuş. içine hemen öyle cop diye atlamamak gerekmiş. sular çabuk ısınır çabuk soğurmuş.
stadionbad'ın içinde tramplenler, kaydıraklar varmış. 5 metreden atlamak cesaret istermiş, 1 metrelik tramplenden havalara yükselerekten atlamak eğlenceliymiş. yüzüp yüzüp yorulunca az ilerdeki büfeden pattiz kızartması alınabilirmiş, çok lezzetliymiş.

bir diğer yüzme mekanı werdersee imiş. bu weser'in bremen'i seller almasın sevilen yarları eller almasın diye kapatılan bir ucunda oluşmuş bulunan nehrimsi göl imiş. suyu güzelmiş. içinde ördekler yüzermiş. ördekler, suda ördek taklidi yapan insanları diğer ördeklerden ayırd edebiliyormuş. werdersee'nin kenarı çimenlikmiş, serilip yatılabiliyor, hack sack oynanabiliyor, top tepilebiliyormuş. londra'dan bile kuzeyde olan bremen'de eylül ortasında o kadar sıcakmış ki hava, 1 saatlik yürüme yolu çıplak ayak alınabiliyormuş.

mogwai

13 eylül 2006
modernes adlı pek güzel mekanda mogwai konseri vardı bugün. ama gitmedim. hava o kadar güzeldi ki kendimi mogwai'nin bunalmış ruhuna salmak gelmedi içimden. param da yoktu çok. kıyamadım 21 avroma. iyi mi ettim? kötü mü ettim? bilmiyorum. neyse. hava çok güzeldi. parkta oturup lost izledik.

almanca öğreniyorum v.1

11 eylül 2006

rülpsen: geğirmek
pfurzen: osurmak
scheißen: kaka yapmak
die nase bohren: burnunu karıştırmak

Pazar, Aralık 03, 2006

nilpferd lukas

bremen'de her sene düzenlenen profile intermedia adında bir tasarım, medya vs. etkinliği/sempozyumu/fuarı/konferansı var.
biz de joachim hofmann ve çömezleri olaraktan veryfastfilmfestival atölyesinin ikincisini gerçekleştirdik. katılmak isteyenlere gerekli ekipmanlar ve teknik/estetik eleman desteği sağladık ve adından da anlaşılabileceği gibi hemencik film çekmelerini sağladık. filmlerin tamamı veryfastfilmfestival 'de izlenebilecek çok yakında. aşağıda ise julia ile yaptığımız bir adet stop da motion kısa film görülmekte. her bişeysi toplam 6-7 saat sürdü.

nilpferd lukas from avsar gurpinar on Vimeo.

Cumartesi, Kasım 25, 2006

Dalgıç Booby Kuşları

Harun Yahya'nın 'Allah'ın Güzelliklerinden Bir Demet -3-' adlı güzide eserinden -Allah'ın Güzelliklerinden Bir Demet Daha' (bir kız bir kız daha bir kız daha

) da olabilirmiş neyse- gözüme çarpan güzel bir örnek. Daha ilk cümlede kendimizi Yahya'nın o yumuşacık argümanına teslim ediveriyoruz zaten. Ben bu derece inandırıcı, mantıklı ve ikna edici bir teze uzun süredir rastlamamıştım. Belki katoliklikteki Baba, Oğul ve Kutsal Ruh da Tanrı'dır, ancak tek bir Tanrı vardır süper-ikilemi bununla baş edebilir. Yine de emin değilim. Neyse hep beraber okuyalım dalgıç booby kuşlarını:

Deniz kuşu türlerinden biri olan yüksekten-dalan boobylerin geniş ve perdeli ayakları denizin yüzeyinde veya altında yüzmek için özel olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Boobyler aynı zamanda da çok iyi birer dalgıçtırlar. Gagalarıyla balık yakalamak için denize dalarlar ve çoğunlukla belli bir süre ortaya çıkmadan denizin altında kalarak çok uzun bir mesafe yüzerler.



Bu ve daha fazlası için başlığa tıklamanız yeterli olacaktır. Her kısa örneğin sonunda Yahya'nın ne kadar zeki ve kıvrak çıkarımlarla bizi Allah'ın güzelliklerine havale ettiğini görünce gözyaşlarınıza -özellikle evrime inananlarınız- engel olamayacaksınız.

ayı pierre ve vahşi organ transplantaasyonu


bear pierre and the cruel organ transplant from avsar gurpinar on Vimeo. 2002'de yapımına başladığımız, bir gece çekip ara verdiğimiz ve anca 2005 yılında bitirebildiğimiz bir filmi nete koymak için aslında 2008'i beklemeliydim ama burcu'nun ısrarlarına dayanamadım. iyi ki de dayanamamışım. işte ayı pierre ve işte vahşi organ transplantasyonu.

Çarşamba, Kasım 22, 2006

inşaat

Deli deliyi bilmem nerede bulurdu? hatırlayamadım şimdi, uzak ve saçma bir yer olsa gerek. neyse özlü sözün içeriği belli.
Tam de benim buradaki durumumu anlatmakta kendisi.

İstanbul malum inşaat şehri, büyük şehir belediyesi, aynı anda çok fazla yerde, yavaş, düzensiz, savrukça ve beceriksizce de olsa çalışıyor. sanırsın ki bremen'e gelince yollar bal dök yala, binalar pırıl pırıl, ne bir toz, ne bir inşaat aktivitesi. yok efenim. almanın ayağı öyle değil.
bu almanlar çalışmayı çalışmayı, yapılar yapmayı pek bir seviyolar. inşaat işçileri, kaldırım müyendisleri, şehir bölge plancıları böööle oturmuş, aman biri bize bir iş verse de yıkıp yıkıp yeniden yapsak, söküp söküp yeniden taksak diye bekleşiyorlar.
Bu bağlamda almanya'nın sürekli inşaat halinde olduğunu söyleyebiliriz. taa sekiz sene önce berlin'e geldiğimizde potsdamer platz yeniden yapılıyordu, geçen yaz geldiğimde dünya kupası için varolan tren istasyonunu tren garı -hauptbahnhof- haline getirmeye çalışıyorlardı.

Bu seferki gelişimde dedim artık tamam rahatlarım biraz, bremen ufak şehir, eski hem, çok orasını burasını kurcalamazlar, istanbul'daki gümbürtüden uzak kalır rahatlarım biraz. ama hayır. daha geldiğimin ikinci haftası aşağıda sokak çalışması başladı. Alman alman amcalar, türk standartlarına göre olağanüstü kabul edilebilecek güzellikteki asfaltı, arnavut kaldırımlarını söküp yerine yeniden asfalt döküp, tekrar taş döşemeye başladılar. Bununla kaldı mı peki? Hayır.

Perşembe ve Cuma günleri gittiğim okulumun -iki farklı okula gidiyorum, anlatırım bir ara- ulaşım aracı olan 6 numerolu tramvayın bana ulaşmadan önceki durağı olan Theather am Leibnitzplatz'da da büyük ve hummalı bir çalışma sürmekte, aynı yolun devamındaki BSAG-Zentrum durağındaki yola dehşetengiz bir köprü yapılıyor, bu yüzden zaman zaman 6 bizi şaşırtarak BSAG-Zentrum'un -bütün tramvayların falan toplandığı kocaman bir garaj- içine girerek sabah sabah garaj gezisi yaptırıyor bize. Bununla kalıyor mu peki? Hayır.

Bizim evin arka tarafından bisikletle diğer okuluma gittiğim yol üzerinde adını tam olarak bilmediğim ama Lloydstraße olması kuvvetle ihtimal olan bölgede de diğerlerini aratmayan bir yol, tramvay, bina, elektrik vs. çalışması var. Allahtan Almanlar kesinlikle ve kesinlikle bize benzemiyorlar. Burada inşaat alanı dediğin şey sadece inşaat alanını işgal ediyor. Bizim parklardaki kum havuzlarından daha kirli değil, bütün yollar ayrılmış, bisiklet -gidiş ve geliş-, yaya yolları belirlenmiş, çukurların etrafları güzelcene çevrilmiş ve bütün olası önlemler alınmış. Yine de inşaat alanı görmekten gına gelmiş bünyeme yetmiyor bunlar bile.

En azından diyorsunuz, eve geldiğinde, koltuğa oturup ayaklarını uzattığında, dışarı baktığında karşıda güzel evleri, ağaçları ya da gökyüzünü görüyorsun. Hayır, hayır, hayır. İnşaat laneti bırakmıyor yakamı. Yaklaşık bir hafta önce girişteki kış bahçesini yıkıp yeniden yapmaya başladılar. Diyorum işte rahatsızlar diye, ne yıkıyosun kardeşim mis gibi kış bahçesi. Hadi neyse bizim pencereden görünmüyor, takılsınlar aşağıda kendi hallerinde diye düşünmemin üzerinden iki gün geçmeden bir de ne göreyim? Sabah uyanıyorum, balkonda bir kadın. Ve bu kadın kesinlikle Julia değil. Ne yapıyorsun bacım sen balkonda? -yo, sista whaddafak are ye doin in da balconi?- Boya yapıyormuş hasbam. Hay allah iyiliğini vermesin e mi? Bütün binayı boyuyormuş meğer 'Reinhart und Hey' -yine de hey hey- adındaki taşeron şirket. Hemen ertesi gün ön tarafa kuruldu iskeleler, ev halkı olarak alabanda oluverdik. Salona geliyosun camda adamlar, odana gidiyorsun balkonda kadınlar, evde bir bayram havası, evde bir boya kokusu. Utanmadan bir de 'Pardon camları açabilir misiniz? Evet hepsini, evet mutfaktakini de, evet balkondakini de...' diyorlar. Benim 6 yaşımdan beri götüm donuyor ulan, hava sıcaklığı tek haneli rakamlara inmiş, yapılır mı bu bana? He? Hey Reinhart Heyyyy! Dalga geçme de bitirip bir an önce, iskeleni de al git burdan. Benim bildiğim 3 katlı bir evin boyanması 3 günü geçmez. Zaten bir ön bir arka, yan cephelerden kardasın Reinhart, dellendirme adamı. Bir aşağı inip çıkmalar, bir iskelede oturup sigara içmeler, bir 'kkkkkaaapppaaatttaabilillibilibrmiyiz ccccaaaamları' deyince, 'hmm bilmem ki, çok istiyosanız kapatın, zaten yarın yeniden boyayacağız' diye trip atmalar. Burama kadar geldi artık Reinhart, anlıyor musun beni, inşaat, boya, iskele, moloz görmek istemiyorum artık. Çok doluyum Reinhart üstüme gelme. İkinci katı da çektiysen git ben heyheylenmeden.

Salı, Kasım 21, 2006

biyo lokum

yeni yeni takip etmeye başladığım, bir nevi alışkanlık yaratan bir adet blog. linkini yanda ve üstte ve burda bulabülünüz. hemen herşey üzerine diyebilirim, animeler, pandalar, savaşlar vs. güldürürken düşündüren, öldürürken süründüren, acısıyla tatlısıyla...neyse işte güzel bir blog.

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Litfass

10 eylül 2006
11:20
Litfass'ta sabah kahvaltısı. Bremen'de alışılmadık kadar güzel, 86 yazından kalma bir gün. Kuşlar cıvıl, güneş pırıl. Sokağa konulmuş masalarda kağıda işaretleyerek kahvaltı tanrısına yolladığım bir adet omlet, bir baget, 2 parça Gouda peyniri ve sürme peynirinin maddeleşmesini bekliyorum.
Kahve makinasının geçici seçirgen filtresinden süzülen kahvem çoktan geldi. İçecekleri önden getirme adeti burada da mevcut. Bunun yanında sipariş verirken buzlu çikolata (eisschokolade) ile sıcak çikolata (heisse schokolade) arasındaki farka da dikkat etmek gerekiyor.

Cumartesi, Kasım 18, 2006

tuna nehri akmam diyor

9 eylül 2006
21:00
donaustraße'nin 100. yılı imiş bugün. Bütün sokak kapatılmış, yola masalar yerleştirilmiş, sahneler kurulmuş. Sosis, bira, müzik vs. gayet hoş. Bütün bunlar yapılmış da tuna caddesi dediysem yanlış anlaşılmasın, bir ucundan bir ucuna yürümesi ortalama bir haluk levent hızı ile 3 dakika sürmez. Bize çok ters tabi bu tip bir organizasyon, Erciyes sokağın 12. ya da Meşrutiyet caddesinin 300. yılını kutla bakalım sıkıyorsa. Blues çalan bir grup bile var, sokakta oyuncaklar, hemen hemen bütün evler masmavi süslenmiş. Ye, iç, gül eğlen. Emeği geçenleri tebrik ediyor ve Almanların organizasyon yeteneğine 10 üzerinden 9,5 veriyoruz ki şımarmasınlar.

günün özlü sözü

wie kann man wie ein Ball aussehen, wenn man doch eine Blume ist?
eğer bir çiçeksen nasıl bir top gibi görünebilirsin?

türkçe öğreniyorum

8 eylül 2006
julia'nın öğrendiği türkçe kelime ve cümleler:
öyle böyle değil -bu eule beule değil gibi olduğu için kolay öğrendi ve çok eğlendi-, şöyle böyle, çat pat, türkçe öğreniyorum, biliyorum bilmiyorum.

usame bin ladin

Piano

Viertel'de sevdiğim bir cafe olan Piano'da yemek yedik bugün. Porsiyonlar her daim hayvani olduğu için yarısını bitirebildim tabi:

Rollo de Jamon: Jambon, enginar, mısır sosu, peynir
Fiyat: 6,40|

kahve makinası

7 eylül 2006

julia bana kahve makinası almış. Filtre kahve pek sevmiyorum ama jacobs ya da mmmelitta macht Kaffee zum Genuss'la mutluluğa koşabilirim sanırım. Her halükarda çok sevindim.

Çarşamba, Kasım 15, 2006

3 bölge var demiştin

bremen'i önem ve kullanım oranıma göre üçe ayırmayı uygun görüyorum:
altstadt, neustadt ve viertel.

altstadt yani eskişehir işte standart her avrupa şehrinde bulunan, bir meydan ve etrafında eski binalar olan şehrin ilk kurulduğu bölge. bizim meydanın adı marktplatz -pazar meydanı-. neredeyse ortada bir roland -şehrimizin koruyucusu- heykeli yanında belediye binası, karşısında katedral falan. bu meydan ve onun etrafındaki sokaklardan oluşan bir eski şehir bölgemiz var.













buralara çok yolum düşmüyor genelde, bir kere gezip gördükten sonra sadece içinden geçilen bir bölge haline geliyor. önemli gün ve haftalarda birşeyler kuruluyor buraya, ufak bir panayır, alışveriş, yiyiş içiş fasiliteleri vs.


neustadt yani yenişehir, altstadtdan şehrin ortasından akan weser nehri ile ayrılıyor. çok daha düzenli ve çizgisel bir yapısı var, enine boyuna sokaklar, hemen hemen aynı yükseklikte binalar. bu bölgenin büyük bir kısmı ikinci dünya savaşı sırasında yıkılmış, almanyanın güneyinden dönerken weser nehrini takip eden ingiliz uçakları, zayi olmasın diye bombalarını buralara bırakmışlar. bütün binalar yıkılmamış tabi. bizim eve bir bomba düşmüş ama patlamamış, merdivenlere zarar vermiş sadece. yıkılan binaların yerine yapılanlar oldukça sıkıcı tabi.

neustadt da kendi içinde eski ve yeni neustadt olarak ikiye ayrılıyor. levent'in şimdi şehrin geri kalanına göre oldukça eski olması gibi yani. çok önemli bir ayrım değil bu bizim için ama nispeten eski neustadt'ta oturuyoruz diyebilirim. marketimiz, türkçü teyzemiz, canımız sıkıldığında ama çılgın eğlence aramadığımızda gittiğimiz bedava langırtlı, oyunlu moyunlu şirin mekan mono, werder'in maçını izlemeye viertel'e -bunu birazdan anlatıcam- gitmeye üşendiğimizde ya da geç kaldığımızda gittiğimiz daha bir barımsı mekan gondis falan hep burada.

ulaşım açısından da güzel bi yer neustadt. 1 ve 8 numerolu tramvaylar bizim sokağın köşesinden geçiyor. onun dışında bugün bir 26 olsun bir 27 olsun, bir 101, 102, 110, 226 olsun hep pappelstraße'nin köşesinden dönüyorlar içeri. geceleri de bir N1'imiz var saolsun, gecenin bilmemkaçında dımdızlak kalmıyoruz ortalıkta. Ama zaten en kötü ihtimalle eve yürümek mümkün. hoş, şehir ufak ve dümdüz olunca her yerden her yere yürümek mümkün ya, neyse.

geldik son bölgemiz olan viertel'e. burasını en fazla taksim'e benzetebiliriz sanırım. trafiğe kapalı değil ama, sağlı sollu kafeleri, barları, sinemaları, güzel kıyafet dükkanları, ayaküstü yemekçileri, bermuda dreieck'i -bermuda üçgeni dediysem barlarla dolup taşan bir yer anlaşılmasın, aynı çizgi üzerinde 4-5 bar, karşılarında da hemen her tür yiyeceği, içeceği satan hintli teyzenin tühkanı- ile şehrin daha bir böyle kalbinin attığı bir bölge sanki (bkz. daha bir kalbi atmak).
Aslında bu Bermuda Dreieck'ten biraz daha bahsedeyim. Daha çok haftaiçi gittiğimiz bir yer burası, zira giriş daha ucuz oluyor ya da olmuyor ya da giriş parasıyla bir içki daha alınıyor falan. Temelde aynı, detayda farklı barlar bulunmakta bir tarafta, Urlaub -nisbeten elit, daha yayılmalık, chill-outımsı-, Tatort, Römer -girişte bar ve oturma yerleri arkada ufak bir sahne, dans pisti, daha bir barımsı, peyotemsi-, Capri Bar -çok ufak ama baya popüler, özellikle happy hour'da bir içkiye bir içki bedava olduğundan, yarı fiyatına kokteyl içebilmek mümkün, müzikler düzgün- vs. Saat 8-9 dedin mi gençler toplanmaya başlıyor bu bölgede ve fakat bunların yarısı bu barlara girerken diğer yarısı karşı taraftaki sürekli mırıldanarak birşeyler okuyan hintli teyzenin köri kokulu tühkanın önüne diziliyorlar. Kimi HT'den -hintli teyze- daha ucuza içki alıp içmek kimi birşeyler yemek, kimi takılmak, kimi de sadece muhabbet etmek için. Bir nevi alternatif gençliğin piyasa ortamı. Karşıdaki barlar olası karlarının yarısını kaybederken bu gençler böyle duruyorlar karşı tarafta, kimi zaman barların bodyguardlarıyla takışıyorlar.
Badigard meselesine bilahare deyinmek lazım. Kısaca özetlemek gerekirse bütün badigard pozisyonları çeşitli mafyalar tarafından -türk, lübnan, rus, slovak,...- ele geçirilmiş durumda, genelde oldukça soğuk ve kıllar, norveç'teki az kıvrımlı fiyortları ben yarattım diyen bir horoz kadar kabarık bir şekilde duruyorlar kapı önlerinde. Neyse.

Viertel'in en sevdiğim yanı kafeleri ama sanırım. Cafe Engel, Piano ve Litfass favorilerim. Casablanca da pahalı olsa da dekorasyonu çok hoş.
Bazı pazartesileri sneak previewlere geldiğimiz Schauburg'da Viertel'de. Burası normal bir sinema yani normalde vizyondaki filmler var ama her pazartesi gecesi gösterime girmemiş bir filmin ön gösterimi oluyor, ancak sürppüz, film başlayana kadar ne göreceğinizi bilemiyorsunuz. Riskli ama ben seviyorum. Tabi bir de orjinal dilinde -ingilizce değilse ingilizce altyazılı- olması benim için eve gelince fırında erimiş peynir bulmak kadar sevindirici.
Neyse yani bilimum kültürel aktivitelerimizi burada gerçekleştiriyoruz diyebilirim. Maç izlemeye falan, gerçi televizyonu ya da perdesi olup da Werder'in maçlarını yayınlamayan bir cafe ya da bar var mı bilmiyorum ama, genelde Viertel'e geliyoruz, daha kalabalık daha bir heyecanlı oluyor maç izlemek.
Yaşamak için de daha tercih edilesi bir bölge ama kiralar çok pahalı ayrıca Julia Neustadt'ta oturuyor, hayır ben Viertel'e taşınacam diyemezdim yani.


İşte böyle kuzucuklarım. Bremen'i kısaca -pek kısa olmadı ama- anlatmaya çalıştım size. Orda burda çektiğim fotoları burda, videoları şurda bulabilirsiniz. Elimden geldiğince sık güncellemeye çalışıyorum ama daha anca yazdıklarımı geçirebildim blog'a.
şimdilik bu kadar.

Pazartesi, Kasım 06, 2006

mein freund esel


barış manço bremen'e geldi geçende. bu video'yu çektik. çok özlemişim kendisini.

aslında 80 ihtilalinde almanya'ya kaçan cem karaca için yazmış bu şarkıyı. bilmiyordum. tipler fena halde seksenler zaten, yıldırım şeklinde gitar, elektronik davul mu desem ne desem ismini bilmediğim vurmalı zımbırtı, vatkalar, gözlükler.

Cuma, Kasım 03, 2006

geriden gelen

sonunda yazınsal anlamda almanya'ya ulaşabildim. mutluyum gururluyum.

Pazartesi, Ekim 30, 2006

Balance

geçen yaz düsseldorf'ta bir film müzesinde izlemiştim bu filmi ve çok beğenmiştim. oscar da kazanmıştı yanlış hatırlamıyorsam. en sevdiğim stop-motion'lardan biri.

court metrage balance de wolfgang lauenstein & christoph lauenstein
hamburg & kassel

Cuma, Ekim 27, 2006

almanya'nın eşiğinde

25.ağustos.2006.1625

gitmeme tam on gün kala,
içimde sonsuz bir sıkıntı, isteksizlik ve boşvermişlik duygusu. Boşvermişlik doğru kelime değil belki. Yapmam gerekenler ve yapabileceklerim geçiyor kafamdan sürekli ama yapmaya ne isteğim ne halim var. Evden dışarı en son geçen Cuma günü çıktım. Evin içinde bile yapılabilecek –eğlenceli veya sıkıcı- onlarca şey varken sadece saatlerce uyuyorum –uykum olduğundan değil-, bilgisayarı başında anlamsız bir şekilde oturuyor ya da televizyon seyrediyorum. Hiçbirinden memnun değilim, hiçbirinden keyif almıyorum. Bu şımarıklık, bu memnuniyetsizlik, bu bezginlik nereden geliyor? heyecanlı olmam gerekmez mi? içimin içime sığmaması, oradan oraya koşturmam? bunların hiçbirinden eser yok. Neden kendime gelemiyorum? Neden mutlu olamıyorum? Neden bu kadar çok soru soruyorum?

26.ağustos.2006.1835
Sadece 24 saat geçti dünkü mutsuzluğun üzerinden ve şimdi içim içime sığmıyor. Kendimi dışarı atmam gerekiyormuş sanırım. Nasıl toparlanacağımı hala bilemiyorum gerçi. Toparlanmak derken kendine gelmek olarak değil de bavul toplamak olarak. Neyse bir şekilde olacak artık. Hayatımda ilk defa ailemden, şehrimden, arkadaşlarımdan bu kadar uzun süreliğine uzak kalacağım. Neler olacak? 6 ay kısa mı uzun mu ona bile karar veremiyorum. Tabi ki uzun, ama...neyse.
Özleyecek miyim birşeyleri, birilerini, bir yerleri? Kimi peki? Nereyi? Yine başladım sorular sormaya, sanki cevaplarını bulabilecekmişim gibi. Kendimize artık soru sormayı bırakmamızı ve yaşayıp görmemizi salık veriyoruz.

Pazartesi, Ekim 16, 2006

tunceli/03

bunlar da gezi boyunca ufak ufak aldığım bir takım notlar

_hankendi_bir yer ismiymiş meğer

_puaça_

_yeşil dalga sistemi_harika bir sistem bu. şöyle ki: elazığ'ın bir tane -sanırım hakkaten bir tane- upuzun caddesi var, böyle ben diyeyim üç gidiş siz deyin üç geliş. işbu cadde üzerinde kurulmuş olan yeşil dalga sistemi tahmin edebileceğiniz gibi bir tür sistematik şeriat hareketi ya da aklınıza bile gelmemiş olabileği gibi hafif uyuşturucuların yasallaştırılmasını amaçlayan bir organizasyon değil. yeşil dalga sistemi, araba kullanırken sinirimizi oldukça bozan ve bizi sarıda geçmek zorunda bırakan genellikle yanlış kalibre edilmiş trafik lambalarının dostça bir yeşillik içerisinde dalgalanmasını sağlayan harikulade bir sistem. diyelim ki adını bilmediğimiz -yeşil dalga caddesi olsun- yolun başındayız, bir kere yeşil yandı mı bize. hah. işte o andan itibaren 60 km/saat'lik sabit bir hızla ilerlersek bütün lambalardan yeşilde geçebiliyoruz. bence harika. her sistemin olduğu gibi bunun da bugları var tabi ki. mesela trafik sıkışınca işlemeyen bir sistem kendisi, ayrıca kanımca zeki ve çevik türk şöförünün aynı dalgayı saatte 120 km. hızla giderek de yakalayabileceğini anlaması ve yollarda dehşet saçması çok uzun sürmeyecektir diye düşünüyorum.
not: bu sistem birçok şehirde varmış, ben ilk elazığ'da gördüğüm için orayı verdim ördek.

_özel telepati eğitim kurumları_nasıl bir kurumdur bu, nasıl bir kurum ismidir? neden kurulmuştur, neler kurmaktadır? kurum kurum kurulmuş elazığ'lı çocuklar özel telepati eğitimi -bir de devlet eliyle verilmektedir ya telepati eğitimi- mi almaktadır? allah allahtır.

_dorik sütunlu çardak_elazığ gerçekten enteresan bir il. tasarım harikası dorik sütunlu çardaklar, şehrin görülmesi gereken yapay güzelliklerinden biri. anlatılmaz yaşanır sanırım. böyle altı bildiğimiz ahşap bank ama yanlarından etrafına sarmaşık dolandırılmış dorik sütunlar yükseliyor, bankların üzerinde elazığ belediyesi yazıyor. engin ve zengin bir hayalgücünün ürünü.

_yürüyen adamın hareketini abartan trafik lambası_hepimizin yıllardır tanıyıp sevdiği, ya da nefret ettiği, türkiye'de genellikle umursamadığı trafik lambası adamcıklarını hepimiz yıllardır tanıyıp sevmiş ya da nefret etmiş, türkiye'de ise genellikle umursamamışızdır -böyle de döngüye sokarım adamı-. işte her ülkede farklı farklı olan, şekli boyutları, hareketi, duruşu birbir şekilde olan, uğurlarına eylemler düzenlenen (bkz. ampelmænchen) bu adamcıklar genellikle durağan arkadaşlarımızdır. en fazla yeşil olanlarında yürümeyi simgeleyen iki şekil münavebeli olarak yanıp sönerler. zaten yürüme hareketini anlatmak ve yürüme emrini beyne postalatmak için de iki karelik bu simulasyon yeterlidir. elazığ'da rastladığım süper teknolojik trafik lambalarında ise yeşil adamcık mini mini piksellerden oluştuğu yetmezmiş gibi yürüme hareketini saniyede 2 karelik bir hızla yaklaşık 4 saniyede tamamlıyor. bıraksak kalkıp gidecek yani, o kadar yumuşak, o kadar gerçekçi bir yürüyüş. herşey iyi, herşey güzel. sadece şu 3 aptalca soru gelip takılıyor aklıma:
neden?
sıradan trafik lambası adamcıkları görevlerini o kadar mı yerine getirememektedir de yenileriyle değiştirilmektedir?
trafik psikolojisi ortamına bomba gibi düşen bu devrim niteliğindeki fikir kimin aklına gelmiş, hangi parası bol şirket bu fikri çok beğenip bu lambalardan üretmiş ve hangi ileri görüşlü yetkili şehri bu lambalarla donatmak için gerekli emri vermiştir?
zaten doğru dürüst kullanılmayan trafik lambalarını değiştirmeye harcanacak parayla şehrin sinyalizasyon sistemi daha iyi yapılamaz veya akşam arkadaşlar toplanıp içmeye gidilemez miydi?

trafik lambasına fazla celallendim, diğer notlarımı yazacak halim kalmadı. başka zaman artık.

tunceli/02

10.Ağustos.2006.1420
tunceli’de 2. gün. Önce bizimkilerin tanıdığı insanları ziyaret ettik. Hepsi çok düzgün. Ufak şehir, herkesin haberi olmuş. Sonra şehre indik. İnsanlarda belli bir kibarlık dikkat çekiyor. Herkes oldukça yardımsever. Sahte gülümsemelerden çok, içten bakışları görmek mümkün. Kadınlar gayet açık ve rahat. Minibüs şöförlüğü yapan bile var. Ablamın geldiğini sağır sultan duymuş. Herkesin de çok ihtiyacı varmış nöroloğa.
Doğudan çok bir orta batı şehri görünümüne ve yapısına sahip. Annemin söylediği gibi daraltıcı gelmedi bana. Ortadan akan bir çayın (munzur) iki yanında dağlar yükseliyor. Babamın söylediğine göre volkanik kayalarla, volkanik çakıl taşlarının birleşiminden oluşan katmanlardan meydana geliyorlarmış. Enteresan bir şehir.

2045
korkmaz petrol, tunceli’nin girişinde, atatürk stadyumu’nu geçtikten sonra sağ tarafta. Hemen içinde üzerinde sadece restaurant yazan bir yer var. Korkmaz restoran diyebiliriz sanırım. Çok lezzetli ızgaraları, çeşit çeşit etleri ve hatta tereyağda kızarmış alabalıkları var. Balıklar tunceli’nin kuzeyindeki şelalelerden ya da derelerden geliyor, gözelerden de olabilir. Neyse. Sabah kahvaltısı da veriyorlar. Bal, çeşitli peynirler, yoğurt –şahane-, yumurta var. Hepsi çok lezzetli.

Mermerşahi: seyrek dokunmuş pamuklu kumaş. Eskiden yeni doğanların ağızlarını silmek için kullanılırmış. Süzme yoğurt, bu kumaştan dikilen torbalardan süzülerek yapılırmış. Torbaya konan yoğurt önce yeşilliğin üzerine bırakılır, sonra da ağaç dalına asılır, böylece kendi ağırlığı ile suyunu bırakırmış.
Kaynak:annem.

12ağustos2006.1230
bu kadar doğu yetti bana, sıkıldım. Artık eve...

Cuma, Ekim 13, 2006

wagamama'da akşam yemeği ve mızmız insan

kıştan kalma bir yaz gününde, açlıktan gebermek üzere iken kendimizi attık wagamamaya, yanlış ve pahalı bir seçimdi belki de. ama olsun, olsun pişman değilim. zaten ben bunları anı olsun diye yaşadım.
bu arada bir allahın kulu da dışarı oturmamıştı. sebebini 15 dakika sonra anladık.

Perşembe, Ekim 12, 2006

tunceli/01

ablamı tunceli'ne yerleştirmeye gidişimizin birinci bölümü malatya-tunceli arası:

9.Ağustos.2006.0932
malatya’dayız. Sıcak ve kuru bir hava. O yüzden ter tabakası ile kaplanıp sırılsıklam olmuyoruz. Malatya havaalanı oldukça küçük ama aynı zamanda askeri havaalanı olduğu için etrafta burunlarına köpek balığı ağzı çizilmiş jetler var.
Şu an havaş’ın otobüsü ile şehre inmek için bekliyoruz. Etrafa bakarak çok bir fikir edinmek mümkün değil. İnsanlar ilk bakışta sakin, sessiz ve kibar. Yola çıktık. Malatya’dan direk Tunceli otobüsüne bineceğimiz için Elazığ’ı, ancak dönüşte görebileceğiz.
Volkanik kayalardan oluşmuş, sapsarı kuru otlarla kaplı, yuvarlak tepecikler, ara sıra kayısı bahçeleriyle bölünüyor.

1015
malatya otogarına geldik. İlk sürpriz, ilk gerginlik. Tunceli’ye bu saatte otobüs yok. Harika. Önce buradan Elazığ’a, oradan minibüsle Tunceli’ne. Ulaşmanın bu kadar zır olduğu bir şehirde yaşam nasıl merak ediyorum. Mecburen aldık Elazığ biletlerini. Ardından annemin isyanı. Her zamanki gibi sinirini ablamdan çıkartması: ‘Malatya’yı beğenmedin bak böyle oldu. Gömleğinin düğmesini kapat vs.vs.’ Ablamın her zamanki gibi anneme çıkışması. Hayatları boyunca böyle mi devam edecek bu? Bilemiyorum. Sonuçta yapacak birşey yok. Elazığ otobüsü 1030’da.

1145
malatya’dan çıktık. Elazığ yolunun yarısı geçti bile. 45 km. Kaldı geriye. Yola çıktıktn bir süre sonra Keban Barajı’nın bir kısmıyla karşılaştık. Önce solumuzdaydı baraj gölü. Bir köprüden geçip sağımıza aldık. Bir süre sonra yavaş yavaş zayıflayıp kayboldu.
Kulaklarımın tıkanmasından gittikçe yükseldiğimizi anlıyorum. Dağlar daha kayalık ve yüksek hale gelmeye başladı. Biraz daha yeşil sanki etraf.

1200
dağlar eski haline döndü. Sapsarı. Çorak. Sağda solda yama yapılmış gibi yeşillikler. Sanırım Elazığ’a geldik.

1207
Elazığ büyükçe bir şehir. 200bin küsür nüfusu var. Yollar düzgün, etraf olabildiği kadar yeşil. Sokaklarda fazla insan yok. Tunceli? 20bin nüfus. Elazığ’ın onda biri. Bir İnönü Stadı kadar insan. Daha bile az.

2005
Eski adıyla Dersim yeni adıyla Tunceli’ye geldik. Şehrin biraz dışında bir misafirhaneye yerleştik. Burası biz gittikten sonra ablamın kalacağı yer. Şehirden ve insanlardan pek birşey anlayamadım henüz.

nevizade'de üç sarhoş

yazın neredeyse tam ortasında, otoparktan bozma bir açık hava meyhanesinde, büyük ve kel alaka bir masada otururken, üç farklı kişinin tam o anda akıllarından geçenleri kağıda dökmelerinin bir sonucudur:

11.temmuz.2006.2335
I.
Azıcık sarhoş olmak ile çakırkeyf olmak ile gerçekten yani delice yani zilzurna sarhoş olmak arasında ciddi farklar vardır. Hepsinin kendi güzelliği olsa da ben bunlar arasındaki farkları anlatamayacak kadar sarhoşum şu an. Sanırım bu zilzurna sarhoş olmaya tekabül ediyor. Ama tam bir sarhoşluk içerisinde de değilim. Yine de oldukça mutlu olduğumu, bu garip insan topluluğu –garip derken insanlar değil de farklı insanların bir araya geldiği bu grup- içerisinde mutlu ve huzurlu ve hayatından memnun bir ruh hali içerisinde olduğumu, insanlarıyla beraber bu şehri çok sevdiğimi söyleyebilirim sanırım. Bu kadar. Bitti.

II.
Slide gitar blues’un temelidir.

III.
Tekila- mısır- nevizade- babam- nikotin bandı- olimpos- ali- bulmaca- ahtapot- WC- tünel- yeşillik- sektörel dergiler- yaşar holding- olican- kot pantolon- istifa- hoşnutsuz- avşar- Çarşamba- yorgunluk- floş royal- sevgili günlük

Pazartesi, Ekim 09, 2006

4. levent


7.temmuz.2006.1830 -metro çıkışı-
ne güzel akıyor şehir önümden. önceden ayrı ayrı planlanmış hareketlerin rastgele birlikteliği, sanki herkes mutlu, herkes güzel bir haber almış bugün. bense bir parçası değilim bu bütünün. mutluyum ama onlar gibi değil. aynı değil gölgelerimiz, hareketlerimiz. beni mutlu yapan onların akışı sadece. güzel güneşin altında pişmek bile.

Perşembe, Ekim 05, 2006

olimpos yolları


kara kaplı molsikinimi aldığımdan beridir oraya yazdıklarımı blog'a geçirmemiştim. bremen'de yazdığım şeyler de duruyor ama baştan başlamazsam olmazmış gibi geliyor. başlıyorum ben de işte şimdi. aşağıdakiler olimpos'a giderken, zaten orada pek birşey -tamam hiçbirşey- yazmamışım:

30.haziran.2006.2130
aynı köprüden farklı hislerle geçiyorum şimdi. günlük, sıradan, yetişme telaşlı bir geçiş değil; bir süreliğine de olsa dönüşü olmayan, uzun, yolun kendisinin önemli olduğu, herşeyi bırakıp giden bir gidiş.
ters yöndeki şeritte bizimle aynı yönde giden kamyonetin arkasına oturmuş, onar metre aralıklarla duran dubaları kamyonetin hafifçe yavaşlaması ile beraber çevik ve ustaca olduğu belli bir hareketle kapıp diğerlerinin yanına koyan adam da gidiyor.
gidiyorum ben, gidiyor adam, geri dönmemecesine değil.


1.temmuz.2006.0105
ışıklar söndüğünde nasıl da değişiyor herşey. ne yol aynı yol, ne binalar az önceki gibiler. daha da büyük bir vahşilikle yırtıyor farlar gözkapaklarını. Akıyorlar kuru ve acıyan gözlerinin üzerinden. Sonra yine karanlık. gölge yok, yansımalar yok. Sadece karanlık ve onun içinde açılmış ışıktan yaralar gibi lambalar.

0110
antik yıkıntılar istemiyorum. süslü püslü binalar da. çılgınca modern yapılar da uzak olabilir benden. sadece eski fabrikalar kalsın bana. antik ya da modern mimarinin erişemeyeceği güzellikte ruhlara sahip onlar.

bremen ep.02

julia zæhlt die Punkte auf ihrem Hemd.

Salı, Ekim 03, 2006

five senses of istanbul

aman da dexigner'e haber olmuşuz. pek güzel pek sevinçli.

hit çılgınlığı

27 eylül - 2 ekim tarihleri arasında normalde günde 30-35 hit alan bloguma günde ortalama 65 kişi girmiş, böylece 39. hafta 419 hit ile en yoğun haftam, eylül ayı da 1417 hit ile en yoğun ayım olmuş. genelde arama motorlarından gelen bu ziyaretçilerin son 2 günde neler arattığına baktığımızda ne kadar geniş bir skalada hizmet verdiğimi görebiliyoruz.
02 Oct, Mon, 23:11:38 Google: HASANGÜL
02 Oct, Mon, 23:27:57 Google: zorunlu askerlik
03 Oct, Tue, 00:23:34 Google: ANGUT
03 Oct, Tue, 03:27:37 Google: hafiza kaybi
03 Oct, Tue, 11:46:35 Google: angut
03 Oct, Tue, 12:06:27 Google: 2006 en az nüfusu
03 Oct, Tue, 12:50:07 Google: taharet musluklari
03 Oct, Tue, 13:35:39 Google: beyin testi
03 Oct, Tue, 14:14:06 Google: feet beck
03 Oct, Tue, 14:27:02 Google: angut
03 Oct, Tue, 14:32:42 Google: dünyada en çok nüfusu olan ülkeler
03 Oct, Tue, 14:47:31 Google: angut
03 Oct, Tue, 15:43:55 Google: YEMEK YİYELİM
03 Oct, Tue, 15:57:13 Google: insanların üremesi
03 Oct, Tue, 16:14:15 Google: ANGUT
03 Oct, Tue, 16:43:17 Google: knor
03 Oct, Tue, 16:55:03 Google: Bright eyes sözleri
03 Oct, Tue, 16:56:36 Google: eşeklerin gözleri
03 Oct, Tue, 17:15:17 Google: su neden her derecede buharlaşır
03 Oct, Tue, 17:19:05 Google: öpüşerek oruç açmak

2 ekim gecesi rüyası

rüyanın genel havası bir filme benziyor. büyükbabam ve bir adam daha var. büyükbabam adamı sorguluyor. savaşta neredeydin gibi şeyler soruyor, o da 'sadece sicil numaranı söyle bana' diyor. ama büyükbabam cevap vermiyor. ben de merak ediyorum, onun da geçmişinde karanlık şeyler var demek ki diye düşünüyorum.
hararetli bir şekilde tartışmaya başlıyorlar, büyükbabam bir takım belgeler gösteriyor, pantone renk kataloğu gibi birbirine perçinlenmiş kağıtların üzerinde el yazısı ile yazılmış şeyler var.
rüyanın burasında bir atlama var, daha doğrusu çok net hatırlayamıyorum, ama ikisi birlikte bir yerlere gidiyorlar hızlı hızlı, bir yandan da tartışmaya devam ediyorlar.
sonraki sahnede büyükbabam esir tutulan bir arkadaşını kurtarmak için bir eve giriyor. birinci kattaki nöbetçiyi arkasından yaklaşıp etkisiz hale getiriyor. dar merdivenlerden üst kata çıkıyor ve yatakta uyumakta olan ikinci nöbetçiyi öldürüyor. tam yukarı çıkmaya hazırlanırken üst kattan ikinci nöbetçi iniyor. o anda büyükbabam yatakta yatan kişinin arkadaşı olduğunu anlıyor. çok üzülüyor. çok etkileyici bir konuşma yapıyor ama tam hatırlayamıyorum. 'en yakın arkadaşımı onu kurtarmaya çalışırken öldürdüm' gibi birşey söylüyor.

Pazar, Ekim 01, 2006

shh(!)eep

nisan'da bahçeşehir üniversitesi'nde katıldığımız processing design atölyesinde alev'le yaptığımız oyun nette şu adreste mevcut. girebilir, oynayabilir, heyecandan heyecana koşabilirsiniz. uyanmamak için koyunların geçmesine izin veriyoruz, non-koyun objelerin ise üzerine tıklamamız gerekoor. eksi bilmemkaç puana gelince oyun bitiyor, süre sonuç oluyor. ben touchpad'le 181 yaptım.
iyi eğlenceler.

jack skellington said...

184 (touchpad)

8:30 PM

Delete
jack skellington said...

224 (fare) ama keramet farede degil. ilk 1 dakikada skoru sıfır ile -50 arasında tutmaya çalışın.

8:39 PM

bremen ep.01

Çarşamba, Eylül 20, 2006

blog'umu süpürdüm biraz. linkleri düzenledim, uzun zamandır yazılmamış olanları sildim ya da aşağıya aldım. incelerseniz orada yeni eklenmiş iki adet blog göreceksiniz. işte onlar volkan ve görgün. ikisi de birbirinden süperli, şaharikulade insanlar. yazarken ciklet çiğneyebiliyor ve ellerini bırakabiliyorlar. volkan bloc party ile tepkimeye girerek bir dans canavarına dönüşebiliyor. görgün'ün ise anime izleye izleye bir takım süper güçler edindi sanırım. herneyse. ikisini de okuyun, bir daha bırakamayacak, telefonlarını edinip sapıklık yapmak isteyeceksiniz.
bu arada bu yazıyı mac'in bir sürü eğlenceli widget'ından biti olan blog bilmemne ile yazıyorum. buradan hemencik herhangi bir blog'uma yazı postalayabiliyorum. widget ekranım çok güzel, bir sürü ram harcıyor sanırım ama olsun. bir adet activite monitörüm -ne kadar ram harcanıyor, upload, download, pil göstergeleri-, bir adet takvim, sonracıma analog saat, hava durumu göstergesi, hesap makinası, post-it, adres defterinde, google'da, sözlükte -ekşi değil, normal ingilizce- ve wikipedia'da arama yapma bıdırları, mini itunes göstergesi -bunu kaldıracağım sanırım-, itunes da çalan şarkının sözlerini gösteren bir bıdır bir de gmailimi gösteren bişey var. hepsi çok güzel hepsini çok seviyorum.

en çok arkadaşlarımı seviyorum, en çok arkadaşlarımı özlüyorum

gaz türbinli silikon çip

Krishna Dagli writes, "MIT researchers are putting a tiny gas-turbine engine inside a silicon chip about the size of a quarter. The resulting device could run 10 times longer than a battery of the same weight, powering laptops, cell phones, radios, and other electronic devices."
From the article: "All the parts work. We're now trying to get them all to work on the same day on the same lab bench." The goal is to do that by the end of the year.

slashdot.com

just another character analysis

sadece iki gruptan birer tane renk seçtirip bu derece bir karakter
tahlili yapmak ne kadar doğru bilemiyorum. bu durumda dünyada
sadece 6 çeşit insan olmalı.
ama yine de fena değil:

Kırmızı ve Mor: Birleştiriciler

Siz olayların duygusal yanları ile gerçekleri birleştirmeyi
seversiniz. Bir olay olduğunda önce durumu analiz edersiniz,
saçmalıkları bir tarafa atar ve insanları bir araya getirerek durumun
düzelmesini sağlamaya çalışırsınız. Başkaları sizin düzene olan
ihtiyacınızı aşırı ciddi olarak görür. Siz başkalarına fikir verirken yada
açık açık düşüncelerinizi söylerken en başarılı olursunuz. Başkalarına
destek olmak kendinizi iyi hissetmenizi sağlar.

Vücut diliniz insanları size çeker. Merakınız hareket yaratır. Siz
seksi bir insansınız. Yeni olgular sizi heyecanlandırır ve yeniden
canlanmanızı sağlar. Fakat aynı zamanda yenilikler yapmanız gerekenleri
bitirmenize engel olabilir. Ertelemeyin... heyecanınız sönmeden önce
işlerinizi bitirmeye çalışın.

Olayların ve insanların göründükleri gibi olduğunu bilmeye ihtiyacınız
vardır. Bu yapınız özellikle kötü bir ruh hali içinde olduğunuzda daha
belirginleşir. Çevrenizi kontrol eden bir yapıya bürünürsünüz. Bazen
olayların sadece negatif yanlarını görürsünüz. Böyle durumlarda öylesine
kuşkucu ve aşırı analitik olursunuz ki herkesin moralini bozabilirsiniz.
Duygularınızı ve davranışlarınızı çalışan bir plan ile birleştirmeye
ihtiyacınız vardır. Yoksa geleceğinizi yönlendirmek sizin için çok zor bir
hal alacaktır.

Eğer kırmızıyı mordan daha çok seviyorsanız, en popüler insan
olmaktansa işlerin doğru şekilde yürümesine daha çok ilgi duyarsınız.
Sözlerinizin sonuçlarını düşünmeden konuşma eğilimindesiniz.

Cuma, Eylül 15, 2006

havaalanı teyzesi

Pazartesiyi salıya bağlayan yazdan kalma bir yaz gecesi karşılaştım onunla. Afedersiniz ama –affetseniz de affetmeseniz de- götüme benziyordu. Ve inanır mısınız inansanız da inanmasanız da- bu onunla ilgili söylenebilecek en iyi şeydi. Sıraya girmiş –bir türkten hiç beklenmeyecek bir sakinlikle, paşa paşa beklerken, tavşan adımlarıyla yavaş yavaş önüme geçmeye çalıştı. Bu tip organizmaları sayısı onlarla ifade edilebilecek almanya-türkiye –vays vörsa- uçuşlarından tanıyordum. Ve onlarla mücadele etmeyi şu an hatırlayamadığm kadar uzun –belki sayısı onlarla ifade edilebilecek yıllar kadar uzun- bir süre önce bırakmıştım. Ancak daha ilk görüşte onun diğerlerinden farklı olduğunu anlamıştım. Hislerimi boşa çıkartmadı ve 2 dakika sonra kıpırdanmaları ‘ben hamburg yolcusuyum’ serzenişlerine dönüştü. Biz –şimdi hamburg yolcusu olarak değil de- eşşek başı olduğumuzdan kendisi hemen ön tarafa alınarak içeri salıverildi. Bu andan itibaren ne yaptığını kimse bilmiyor. Ancak bir şekilde hayata kalmayı başarıyor ki, benim yarım saatlik bekleyişimin sonunda bir anda check-in bölgesinde beliriveriyor. Birkaç yandaşı ile birlikte bir şekilde bütün sırayı ve bantları aşıp oraya ulaşmış ve pasaportsuz bir halde bavulunu teslim etmeye çalışıyor. Aramızda görünmez bağların oluştuğunu hissedebiliyorum. Uçağa birinci sırada girmek için bütün vasıflara ve daha fazlasına sahip; kısa bir boy, şişko ama gerektiğinde çok hızlı hareket edebilen bacaklar, güçlü dirsekler, burnun ucuna kadar gelmiş bir gözlük ve kocaman dudaklarla desteklenmiş şaşkın ve ablak bir bakış, gerektiğinde ‘ben hamileyim’ deyip, önde koşup bayrak sallayabilecek kadar büyük bir göbek, ne dediğinin hiçbir zaman tam olarak anlaşılamamasını sağlayarak cevap vermeyi ya da karşı çıkmayı imkansız kılan bir diksiyon ve karakterin tamamına yayılmış sonsuz bir yılışıklık ve yüzsüzlük. Ben bunları düşünürken o bir şekilde aslında haksız bir şekilde elde ettiği sırasını muhafaza ederek pasaportuna ulaşmayı ve bavullarını teslim etmeyi başararak görünüşte ürkek ve şaşkın ama içten içe mağrur ve vakur adımlarla olay yerini terk ediyor. Biliyorum ki tekrar karşıma çıkacak. Bundan son derece emin bir şekilde gidiyorum pasaport kontrolüne. Oradan geçip el bagajı kontrolü için sıraya giriyorum. Alanda, kalkmak üzere olan bir Berlin uçağı olduğundan yer hostesleri Kadıköy-Taksim dolmuşçuları gibi ‘berlinberlinberlinhaydiyaberlinvarmıberlin’ diye bağırıyorlar havaalanında gözünü sevdiğim ülkemin. Gevşeklikte sınır tanımayan Berlin yolcusu hemşehrilerim uçaklarına geç kaldıkları için hem pasaport hem de el bagajı kontrolünden paldır küldür geçirilerek ödüllendiriliyorlar. ‘Bir uçağa hızlı binme taktiği olarak geç kalmak’ kavramına şahit oluyorum.

Kahramanımız –bunun ben olmadığını çoktan anlamışsınızdır sanırım- tam bu sırada pasaport kontrolünden çıkarak o sırada fellik fellik Berlin yolcusu aramakta olan yer hosteslerinden birine yanaşarak sırnaşık bir tavırla ‘Ben, Hamburg, acele, şurada mı?, sıranın sonuna geçmeyeyim de, şöyle’ kabilinden laflar ederek onlarca kişinin şaşkın bakışları arasında sıraya ortadan tabiri caizse cortdadanak dalıveriyor. Özellikle konuşmasının son bölümünde sarf ettiği ‘Ben sıranın sonuna geçmeyeyim de’ argümanı, check-in sırasında beklerken annemi pasaport kontrolü sırasında bekletip zaman kazanarak yaptığı çakallık ile gurur duymakta olan beni gerçekyen benden alıyor. Hiçbir şey söyleyemiyorum. Sen sakın sıranın sonuna geçme teyze, şanına leke sürülür. Zaten neden yapacakmışsın ki böyle bir şeyi. Sen bugüne bugün bir Hamburg yolcususun. Senin yürüyüp gitmen lazım. Açın teyzenin önünü, durduramazsınız artık.

Bir on dakika kadar ‘La havle’ ile başlayan o malum cümleyi kurduktan sonra teyze ile –düşünsel bazda tabi- cebelleşmekten vazgeçior ve hatta kendisine karşı belli bir hayranlık beslemeye başlıyorum. Bu kadar diyorum kendi kendime, bundan daha iyisi yapılamazdı. Teyzenin bu lafı ta gırtlağıma ve hatta mideme kadar sokması ise fazla uzun sürmüyor. Benim laptopum fazla yoğun bulunarak x-ışını cihazından birkaç kere geçirilirken, kontrol masasının yanında kafam kadar harflerle içeri sokmanın yazask olduğu bilimum ıvır zıvır anlatılırken, bir cımbız bile pilotların kaşlarını almak suretiyle uçak kaçırma tehditi ile uçağa alınmazken, teyze uçağa tam 12 –yazı ile on iki- adet makas sokmayı başarıyor. Ben teyzenin hangi sirkte çalıştığını ve teyzenin bir uçağa böyle bir şey yapmasının nasıl mümkün olduğunu merak ederken, o, güvenlik görevlisinin ağzından girip burnundan çıkıyor, Hamburg yolcusu oluyor, işçilerine makas götüren terzi oluyor, büyüdükçe büyüyor ve makasları uçağa soktuğu yetmiyormuş gibi bir de benim önümden o an kalkmakta olan otobüse yetişerek beni zor hayretlere gark ediyor. Teyze gücü o kadar iyi kullanıyor ki uçağı gerçekten kaçırmak istese makasa falan ihtiyacı olmayacak, teyzenin birbirinden fantastik süper güçlerinden neredeyse paralize olan pilot teyzeyi evine kadar bırakacak.

Teyze benim yaklaşık yarım saat sonra bineceğim ve sürekli bana yaslanarak uyuyacak başka bir teyzenin ve bacaklarını alabildiğince açarak oturan bir gencin ortasına oturacağım uçağa önden giderek kendine en güzelinden bir koltuk seçerken, ben arkasından yaşlı gözlerle bakıyorum. Bürokrasinin tamamen yok edilmesi için rahatlıkla kullanılabilecek bu teyzenin havaalanlarında nasıl da harcandığını düşünüyorum. O ise şimdi, Hamburg’da bir yerlerde Alman disiplinine karşı savaşıyor. Arkandayız teyze, seninleyiz, sendeyiz.

a.05.09.06.03.50.hamburg uçağı

Çarşamba, Temmuz 26, 2006

lübnan


lübnan'dan başka ülkelere kaçmayıp orada kalarak insanlara yardım etmeye çalışan bir insiyatifin web sayfası.
banka hesaplarına para yatırılarak da yardım edilebiliyor.

Pazar, Temmuz 16, 2006

gökçen koray



bir istanbul avrupa korosu provası klasiği. piyanodan çıkan acı dolu patırtıları duyabilirsiniz. Posted by Picasa

Cumartesi, Haziran 17, 2006

türkiye'de tasarımı tartışmak

19 haziran 2006 pazartesi günü 3. Ulusal Tasarım Kongresi'nde konuşmacı olarak yer alacağım.
genel bilgi: İTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Ulusal Tasarım Kongre' lerinin üçüncüsünü 'Türkiye'de Tasarımı Tartışmak' başlığıyla 19-22 Haziran 2006 tarihleri arasında Çanakkale Seramik & Kalebodur, RocaKale ve Kalekim firmalarının destekleriyle İTÜ Taşkışla ve Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleştirecektir.
yer: taşkışla / itü mimarlık binası / taksim
salon: 127
saat: 1400
konu: tasarımın dili, dilin tasarımı

ilk 15 dakikada kendimi yeterince rezil edemezsem, hemen ardından gelecek 5 dakikalık soru cevap kısmında buna muvaffak olmayı planlıyorum. hepinizi beklerim.

akademik program
, sanayi programı, çalıştay programı

Cuma, Haziran 16, 2006

sanal dünya kupası

kafamdan oynattım dünya kupası maçlarını, şöyle bir sonuç çıktı ortaya. bir kısmı gönlümden bir kısmı kafamdan geçenler. bu yazıyı yazdığım gün ilk tur maçlarının yarısına falan gelinmiştir.
2. tur maçları:
1 almanya - isveç : isveç iyi ama almanya çok daha hırslı. almanya
2 arjantin - portekiz : arjantin
3 ingiltere - ekvador : ingiltere daha mantıklı gözükse de ekvador bir azim yapıp alsa ya
4 meksika - hollanda : meksika fena değil ama hollanda alır gibi
5 çek cumh. - avustralya : çekler japonya'ya benzemez direk dağıtırlar
6 isviçre - ukrayna : isviçre çok direnir ama ukrayna ispanya'nın intikamını onlardan alır
7 brezilya - italya : iyi takımlardan birine veda, hiç canım istemez ki italya çıksın
8 ispanya - fransa : koçum ispanyollar uyuşuk fransızları şöyle bir silkelerse süper olacak.

çeyrek final
a almanya - arjantin : allah kahretsin ya bu kadar erken karşılaşılır mı? hiç belli olmaz kimin çıkacağı ama arjantin gibi ya offf.
b çek c. - ukrayna : tek şevayla buraya kadar, çekler favorim.
c ekvador - hollanda : hollanda sakata gelebilir gibi ama ekvador'un gücü bence buraya kadar yeter
d brezilya - ispanya : bir allah kahretsin maçı daha. bana kalsa brezilya'ya bu kadar yeter. ispanya kasarsa alabilir ama zor ya.

yarı final
I arjantin - çek c. : arjantinliler noluyo lan şaka maka kupaya gidiyoruz moduyla bu maçı bırakmayacaklardır.
II hollanda - brezilya: hollanda bu hiç belli olmaz ama brezilya çıksın

3.lük maçı
çek c. - hollanda: iki mutsuz ekip, çekler daha bir heyecanla oynayıp alabilirler.

final
arjantin - brezilya: işte süper final, isterdim ki almanya arjantin final oynasın ama mümkün değil. finalde ne olacağı belli olmaz. ama yürü be arjantin demek istiyorum.

şampiyon arjantin!!!

not: eğer gönlümden geçenler iyice ağır bassa ne olur diyorsanız ispanya - arjantin finali olur ve tadından yenmez gerçekten. ispanya - almanya da kabulümdür.

not2: günler geçtikçe güncelleyeceğim buraları böyle.

Perşembe, Haziran 15, 2006

ayakta uyutulmak

bir "göztepe parkı'na cami yapma projesi" vardı ne oldu ona?
hiçbir şey olmadı, sadece unuttuk gitti. unutmayan ve peşini bırakmayan bir kısım insanın çabası da boşa gitti. bütün itirazlar reddedildi ve yasal süreç tamamlandı. yani şu andan itibaren bu konuda getirilecek bir teklif ile anında cami yapımına başlanabilir. hem de bölgenin senelerdir nefes almasını sağlayan, üzerinde kocaman binaların yükselmediği, insanların içini açan tek büyük yeşil alanına.
demokrasi, bilimsellik, anlayış, diyalog, hepsi buraya kadar işte.

'Tek yeşil alan'
Komisyon raporunda, imar planına Kadıköy Belediyesi, İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi ve 40 kişinin itirazda bulunduğu ve iptalini istediği belirtildi. İptal talebinin gerekçeleri de parkın bölgedeki tek yeşil alan olduğu, depremde halkın sığınabileceği tek boş alan olduğu, bölgedeki dini tesislerin yeterli olduğu, bu noktaya yapılacak caminin bölge ulaşımını olumsuz etkileceği ve şehircilik ilkelerine aykırı olduğu şeklinde raporda yer aldı.
Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Müdürlüğü'nün raporundaysa, cami yapılması istenen bölgeye batı istikametinde en yakın 700 metre mesafede Selamiçeşme Camii, doğu istikametindeyse 1000 metre mesafede Galippaşa Camii bulunduğu ve şehircilik ilkeleri ve planlama tekniği bakımından yaya yürüme mesafesinin 500-750 metre yarıçaplı olması gerektiği, ayrıca nüfusa göre bölgede dini tesis alanının yetersiz olduğu savunuldu.
Şehircilik ilkeleri gereği ibadethanenin 10 dakikalık yürüme mesafesinde olması gerektiği belirtilen raporda, bir şeridin park alanı olarak kullanılması halinde bile bölge traifiğinin camiden olumsuz etkilenmeyeceği ileri sürüldü.

Büyükşehir Belediyesi, Göztepe Parkı'nın yanı sıra aynı bölgede sekiz cami daha planladı. Dünkü toplantıda, Kadıköy merkezde E5 Otoyolu Ara Bölgesi'nde vakıflara ait 6 bin 105 metrekarelik 1015 ada 60 perselin ibadethaneye ayrılmasına ilişkin itiraz da reddedildi. Göztepe Parkı'nın yanı sıra, bölgeye sekiz yeni cami yapılması da imar planlarına işlenmiş oldu.

dünya kupası

google'da world cup diye aratınca o anki maç sonucunu ve bir sonraki maçı gösteriyor en başta. ne güzel değil mi?

savaşma seviş

hükümetimiz artık aile planlaması kavramını benimsemiyormuş efendim.

Sağlık Bakanı Akdağ, "Doğurganlık sayılarımızı çok aşağılara indirirsek yanlış bir mecraya sürükleniriz" demiş. Çok haklı buluyorum kendisini.
bu kervanın yürümesi için bu insanların üremesi lazım. nüfusumuz çok az, varolan az nüfus ise olağanüstü bir gelire sahip, bunun hemen dengelenmesi lazım. bugün çıkın gezin sokaklara, bir allahın kulu var mı? daha tenha bir şehir gördünüz mü? istanbul'un nüfusu halen birçok Avrupa ülkesinin altında, buna tez zamanda bir dur dememiz gerekmektedir kanımca.

Geçen yıl 6'ncı çocuğu dünyaya gelen Sağlık Bakanı Recep Akdağ, doğum kontrolü ve aile planlaması yerine "üreme sağlığı"nı esas aldıklarını belirterek, "Nüfus planlaması ve aile planlaması kavramı bizim için rafa kalktı" demiş.
daha çok bir "bükemediğimiz eli öptük" durumu söz konusu sanki bu lafta. Nüfus ve aile planlaması şimdiye kadar çok iyi uygulanıyordu da şimdi rafa kaldırıldı öyle mi?
neyse şimdi "üreme sağlığı"nı esas alıyoruz. yani akraba evliliklerinden, sakat çocuklardan, yeğenlerine tecavüz eden eniştelerden, bakire olmadığı için sokak ortasında vurulan, namus cinayeti cezasından kurtulmak için intihara zorlanan kadınlardan bahsediyoruz dimi burada?
"sağlıksız üremeye hayır". sağlık bakanımız 6 tane nur topu gibi çocuğuyla hepimize örnek olmaktadır, devir imamını örnek alan cemaatin sı*ma zamanıdır. 4 kişilik bir aile olarak sadece 20 gün açlık sınırında yaşamanıza yetecek asgari ücretinizle daha fazla çocuğu nasıl besleyeceğinizi merak ediyorsanız, devletin buna bişey yapacağından hiç şüpheniz olmasın, yeter ki üreyin, daha çok üreyin. o çocuklarla kuracağınız dilenci orduları ve çetelerle sırtınız kesinlikle yere gelmeyecektir.

Pazar, Haziran 11, 2006

ben yalnız bir karıncayım

mutfak lavabosunda, ve onun etrafındaki değişik bölgelerde dolaşan bir kırmızımsı karınca var. tek bir karınca. sürekli aynı karıncayı mı görüyorum bilemiyorum. ama ısrarla hayatta ve ısrarla aynı yerlerde dolaşıyor.
"pardon buralardan geçen bir koloni gördünüz mü?"

e.s.: there is one reddish ant wandering in and around the kitchen sink. he/she's always alone there, i wonder if it is the same ant everytime, but he/she still is persistently surviving and persistently wandering around the same places.
"sorry bro, did you see any colony passing by?"

sanatın ve sanatçının yanında

a.b.d'nin son 60 senedir, müdahele etmediği bir politik olay, burnunu sokmadığı bir şavaş, çatışma, parmaklamadığı bir darbe var mı? şu an kafamda fransanın zaferlerle dolu savaş tarihi kadar boş olan bu listeyi -belki de benim unutkanlığımdandır- aşağıdaki yorumlar bölümünde oluşturmayı teklif ediyorum, yeterince uzun olduğunda bir entry olarak buraya taşıyacağım.

a.b.d. savaşın ve savaşçının yanında

eng. sum.: are there any political event that u.s.a. didn't intervene, any war or major armed conflict they didn't put their noses in, or any revolution they didn't incite? I suggest to use the comment section for tis list, which is for me currently as empty as the victories in french history of war. if it will be long enough i will post it here.

u.s.a, on war's and warrior's side

hep aynı şeyden bahsetmek

insanların ilgisini belli bir konuya çekmek için arada başka şeylerden de bahsetmeniz gerekir diye düşünüyorum. mesela bir belgesel kanalını kim izler? halihazırda belgesel izlemeyi seven ve buna ilgi duyan insanlar. zaten belgesel sevmeyen veya bu konuda önyargılı olan kişiler ise ööeeh diye başka bir kanala (mesela 77) geçecektir. bu yüzden aralara yedirmek tabir ettiğimiz teknik burada önemli. tv'de benim gördüğüm bunu en iyi yapan kanallardan biri ntv. konu ne olursa olsun onun ilgi çekici yanlarını ortaya koymaya çalışıyorlar, sonuçta hem futbol programı hem belgesel hem ekonomi programı izliyor insanlar, hiç bir ilgileri olmamasına rağmen.
aynı şeyin başka birçok alanda da geçerli olduğunu düşünüyorum.

english sum: i think you have got to talk about different subjects from time to time, to draw people's attention. for example who watches a documentary channel? only people, who are already interested in it. there is a term called "aralara yedirmek" (roughly trans. as feeding in between), which is, i think, very important. the turkish broadcaster ntv has the standart programs like news etc. bu inbetween they show documentaries or economy programs and stuff, so people slowly start to watch them and get interested in it.
this technique can be used in many other ways.

terminatör

metro çıkışı ya da istiklal caddesi gibi kalabalık yerlerde yürürken, özellikle de müzik falan dinliyorsam kendimi terminatör gibi hissediyorum. bir yandan kalabalığın arasından açık noktaları bulup ilerlemeye çalışır, hiç yavaşlamadan uzun süre yürüyebildiğimde kendimi mutlu hissederken bir yandan insanların suratlarına 1-2 saniyelik kitlenmeler yaşıyorum, terminatörün o insanların kafalarının üzerine gelip bipbip yapıp yanda bilgiler çıkaran tanımlayıcısı gibi. Tabi onunki daha gelişmiş, bendeki yüz tanıma özelliği onunkinin yanında solda sıfır. bazen de yüzleri tanıyorum ama kime ait olduklarını çıkaramıyorum. bağlantılarda bir sorun olsa gerek.

terminatör - detecting people

english summary: when i walk on crowded streets i feel like terminator. Trying to find spaces between people to pass, i experience 1-2 sec. lock on people's faces, like the vision of terminator, which is more advanced than mine, for it also displays information about people, great work of face recognition arnie, keep up.

-yeni bi işe girişmiş oldum böylece ama hadi hayırlısı-

Perşembe, Haziran 08, 2006

kendine yakışanı giymek

mayo insanın orasını kapatanı giymesi midir? hemen sipariş verin bu yazın modasından geri kalmayın, aman geri kalmayın.

altım sıkı, keyfim yerinde. aman ereksiyona dikkat.

vicdani red

perihan mağden'in vicdani red hakkındaki yazısını okudum az önce. bence birçok noktada haklı olduğu yönler var. "insanları askerlikten soğutmak" adı altında kendisine dava açılması ise karşı tarafı oldukça haksız duruma düşürüyor. ülkedeki insanların kaçı askerliğe sıcak bakıyor diye sormak istiyorum.
yeryüzünden silinen çiçek hastalığının bir zamanlar türkiye'de devam etmesi gibi -sahi bir çiçek vardı ne oldu ona-, türkiye'de de garip bir askerlik sistemi devam ediyor. hemen herkes bir şekilde askerlikten yırtabilmek ya da daha kısa yapabilmek için -yurtdışında çalışıp vatandaşlık almak, yabancı biri ile evlenmek, sürekli master ve doktora yapmak gibi- binbir türlü abuk subuk yola başvuruyor. birçok ülke aştı artık bu zorunlu askerlik meselesini. almanya'da mesela bunun adı "zivildienst". yani "sivil görev". ülkene illa hizmet etmen gerekiyorsa -ki bence gerektiği düşünülebilir- bunu eline silah alarak yapmak zorunda değilsin. kaldı ki bana göre ülkemizin bağımsızlığı ve bütünlüğü üzerindeki tehditler askeriden çok sosyal ve ekonomik. bırakalım ateş etse dağları taşları vuracak insanlar bu ülkeyi daha iyi yapabildikleri şekillerde korusunlar.

müdür yardımcısı

bir öğretmenin blogundan alıntı yapıyorum, ona da bir mail gruptan gelmiş. bir an müdür yardımcısı olmak istedim gerçekten. bizde müdür yardımcıları böyle değildi gerçi müdürlerden daha fazla iş yaparlardı sanki, biri herr mescher'di, alman işte disiplin falan biri de kimdi ya hatırlayamadım neyse. buyrun burdan:

Müdür yardımcılığı sınavına girmek isteyen öğretmen arkadaşlar, acele etsin tren kaçmadan
Bu sınav ile elde edeceğiniz haklar
1-Derslerden yırtarsınız.
2-Artistlik yapan öğretmenlerin ek derslerini kesersiniz.
3-Okulun malını kendi malınız gibi kullanırsınız.(okulun arabası, laptopu, projeksiyonu vb.)
4-Öğretmen arkadaşlarınızı aşağı görüp "ben idareciyim sen öğretmensin" diyebilirsiniz.
5-"Her şeyi ben bilirim kimseden akıl almam" felsefesi güdersiniz.
6-Kraldan çok kralcı olursunuz.
7-Öğretmen takımıyla muhattap olmazsınız.
8-Hatta öğretmenleri görmezden gelip selam vermez, selamlarını da almazsınız.
9-Mesai saatlerini önemsemezsiniz. "Ben idareciyim istediğim saatte gelirim. Öğretmenler sıkaysa geç gelsin sarı zarf veririm" dersiniz.
10-Okulda kimseyle muhattap olmadığınız için öğretmenlerin ne isler yaptığını, idare hakkında ne dedikodu yaptığını, yalaka ve yağcı öğretmenleri casus salarak öğrenirsiniz.
11-Öğretmenlerin disiplin notunu dedikodulara göre verirsiniz. Öğretmenin kişiliğine, yaptığı çalışmalara bakmazsınız. Sizin hakkınızda kötü bir şey dediği zaman notunu düşürtürsünüz.
12-Size çay ve yemek ısmarlayan, devamlı sizi öğen kişileri kollarsınız. Doğruyu söyleyenleri kovarsınız.
13-Canınızın istediğine takdir ve teşekkür verdirtirsiniz. Hatta maaşla ödüllendirmeyi kendiniz alırsınız veya arkadaşlarına verirsiniz.
14-İdaredeki hataları görür ama ses çıkartmazsınız. Size dokunan olursa şikâyet edersiniz.
15-İdarecilik ruhunuzu vurdumduymazlık ve 3 maymun kuralı üzerine kurarsınız.
16-Önce kendi maaş ve ek dersinizi kollarsınız. Full yaparsınız. Eksiklerinizi öğretmenlerin dersinden kesip tamamlarsınız.
17-Ders çizelgenizi derse girmemeye göre programlarsınız. Öğretmenlere de öğrenci merkezli eğitim var deyip 1–2.saate ders verip diğerini 9–10.saatlere yazarsınız.
18-Kendinize hafta içi, cumartesi, pazar 2.-3.öğretmen olarak ders yazar ama derse girmezsiniz.
DAHASI VAR AMA ŞIMARMAYIN DIYE YAZMADIM.
Şimdi bunları yapmak için bir adım atın ve sınava girin.

replikas

bugün öyle bir replikas'ım ki ben de anlayamadım. işe geldim oturdum masanın başına, güne yaş elli ile başlayayım dedim. ve olaylar gelişti. içim kıpır kıpır oldu, kalkıp göbek atasım geldi. atmadım tabi ayıp. şöyle güzel bir açıkhava konseri olsa geniş geniş hopplasak, zıpplasak. ne güzel olmaz mıydı? replikas buna birşeyler yapması lazım. depresyona giricez hepimiz yakında peyote'nin açık siyah boyalı duvarlarından.

Salı, Haziran 06, 2006

spam'in bu kadarı

hiç kendinizden spam mail aldınız mı?
az önce kendi mail adresimden bana gönderilmiş başlığı ve içeriği sayılardan oluşan bir mail aldım. hiç bir anlam veremedim. acaba yanlışlıkla mı yolladım? ama yok mümkün değil ya. ne yapıcam şimdi, kendi kendimi spam listesine alamam ya.

Pazartesi, Haziran 05, 2006

5 bin dolarlık adam

blog'um 5000 dolar imiş efenim, technorati'nin söylediğine göre. siz de sağ aşağıdan tıklayıp bakabilirsiniz. sonra hep beraber sidik yarıştırırız.
madproffessor 62 bin, dexigner 224 bin boing boing ise ondan biraz daha fazla olarak11,5 milyon dolarmış (öeeehhh). ben de ingilizce yazsam olurum ki o kadar, hıh.

geldim gördüm

dorian'ın winamp visualisation eklentisi tadındaki yeni klibi çıktı, aldınız mı? bana böyle dümdüz cover'lanmış şarkılarla gelmeyin rica edicem. içime sığmıyor artık bu şarkılar, ruhumu daraltıyor. bu kadar mı diyorum, bu kadar mı oluyor diyorum. sonra beğenmiyorsan daha iyisini yap diyor içim. yapan yapar yapamayan eleştirmen olur diyorum içime. içim içime sığmıyor. çok pis kapışıyoruz, ağzını burnumu kırıyorum.

Cumartesi, Haziran 03, 2006

gillette

gillette yeni modeli m3 power'ın dünyanın ilk pille çalışan traş sistemi -duyan da süpersonik otoyol sistemi falan sanacak traş bıcağı işte- olduğunu iddia ediyor. bu külliyen yalandır efendim. bana bundan yaklaşık 10 sene önce iki adet kalem pille çalışan bir traş bıçağı hediye edilmişti. gillette'in bu yaptığına ayıp derler. dünyanın en iyi traş sistemi de, dünyanın en çok kıpraşan traş sistemi de ama ilk pille çalışan traş sistemi deme.
bussiness week ve the new york times bunu procter&gamble'ın SpinBrush adlı diş fırçasıyla karşılaştırmışlar, bunlar da yok bakın ondan esinlenmiş ama aslında şöyle faslında böyle gibi cevaplar vermişler. bizim pilli tıraş pıçaandan bahseden yok. bir bende mi vardı bundan yahu?

loewe

loewe'nin aylavyulöve'li saçma reklamında adamlar gol olunca sevinip bağırmaya başlıyorlar. sonra televizyon'da golün tekrarını görüyoruz ama oradaki futbolcunun -sanırım ingiliz- volesi son anda göründüğü kadarıyla auta falan gidiyor.
neyse bu ufak hata olmadan da reklam yeterince anlamsız.

pakpen

pakpen reklamının yaza uygun bir şekilde değiştirilmesi gerekiyor. hava 30 derece halitciğim ne sıcacığı ne evi?

Çarşamba, Mayıs 31, 2006

kampanyaa

eski pc'nizi getirin yepyeni mac'inizi götürün. pc daha fazla aşağılanamazdı herhalde. henüz sadece amerika'da geçerliymiş, bizim buralara uğrar mı bilemiyorum.

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

gecenin damar şarkısı
















daha önce olmuş olabilir ama yine yeni yeniden, bu gecenin şarkısı lisa germano'dan phantom love. garip buruk bir havası var bu şarkının, başlangıç ve bitişinin yapısı itibariyle tekrara girmeye gayet teşne ayrıca 4815162342 kez dinlenebilir.

kutu efes

akşam vakti teneke kutuda efes. yıllar öncesinin basınkent 4 akşamlarına döndüm bir anda. alkol almanın bizim için yüce ve gizli kapaklı gerçekleştirilmesi gereken bir eylem olduğu günlere. 4 büyük kutu efes -hatta zaman zaman extra, şimdi bir yudum bile içemem- alıp melis kafetaryanın arka tarafındaki karanlık yerde büyük bir hızla o biraları tüketişimiz -iznimiz çok fazla değil, hemen içip ortamlara akmamız lazım-. sonra yalpalaya yalpalaya istanbulkent ya da denizcilerin önüne gidişimiz. kaybolan gençlik portesi çizen ama aslında sadece birileriyle öpüşmek -öyle şişe çevirmece oynarken yapılanlar gibi dandik değil- hadi olmadı el ele tutuşmak, ele güne karşı yapayalnız kalmamamızı sağlayacak bir sevgili edinmek isteyen iki genç, aşan ve ben. sene...hmm 93-94 olsa gerek.

"bizim sitenin ordaki çalılıklarda prezervatif bulmuşlar!"
"oha, beee."

angut

hiç beklenmedik yerlerden bir anda duygusallaşmayı başarabilen yazılara bayılıyorum. işte bunlardan bir tanesi:
Birisi bir salaklık yapınca, bi laftan anlamayınca, böle boş boş bakınca hemen "Angut musun?" der günümüzün insanı. -kendimi hemen ayrı bir yere koyuyorum-
Angut'un aslında bir kuş olduğunu bilmeyen bir ton "Angut!" var ülkemizde. -hepimiz ornitolog doğduk çünkü-
Angut kuşu'nun eşi öldüğü zaman (yanına o anda başka bir yırtıcı hayvan veya bir insan gelse dahi) gözlerini bir dakika bile eşinin ölüsünün üstünden ayırmadan o da ölene kadar
onun baş ucunda bekler. -eee?-
İşte bu canlının yaptığı en büyük "Angut"luk budur. Ayrıca bu olay bütün Angut kuşları için geçerlidir, arada bir görülen birşey değildir.. Çok ürkek bir hayvan olmalarına rağmen eşinin
ölüsünün başında bekleyen Angut kuşuna elinizi uzatsanız dahi oradan kaçmaz.
Hani derler ya "Angut gibi bakmasana lan". -e tamam bir sebebi varmış demek, angut'lar buna alınıp japonya'ya göç etmezler heralde-
Keşke herkes Angut gibi bakabilse değer verdiklerine -akşama sancı başlamış, yaptığından utanmış. yerle yeksan oldum gerçekten, bu derece yaratıcı, çarpıcı, beklenmedik bir bitiriş beni kendimden aldı.-
Bundan sonra bazılarına "Angut" demeden önce bir kere daha düşünün. -yoksa aklınızı alırım ona göre-
Bir "Angut" bile olamayan o kadar çok insan var ki artık günümüzde. -yaa, dimi. şeref geçen gün çok iğrenç bir insansın.-

o kadar etkilendim ki bu yazıdan bir tane de ben yazdım:
"bize kötü bir şaka yapan birine kızınca ona eşek hatta eşoğlueşek -baban hariç- derken durup düşündünüz mü o eşeklerin gözleri ne güzeldir kocaman, dana gibi. keşke herkesin eşek gözleri olsa. dana dedim de aklıma geldi. sağına soluna dikkat etmeyen, kaba ve düşüncesiz hareketlerde bulunanlara nasıl da "dana mısın?" ya da "çüş be, öküz müsün" diye sorarız. oysa o danadan yapılan jambon nasıl da lezzetlidir, o öküz önünden film şeridi gibi akan trenlere nasıl da mahsun mahsun bakar sanki birini bekler ya da uğurlar gibi, o çüş dediğimiz atlar nasıl da özgür hayvanlardır, nasıl da severler şeker yemeyi. bir dana kadar lezzetli, bir öküz kadar duyarlı bir at kadar özgür olabilsek hayat ne kadar da güzel olmaz mıydı?"