Perşembe, Temmuz 28, 2005

frrmack

mete'yle lisede bir defter başlatmıştık. evde bulduğum bilmemkaç ortalı bir defteri okula getirmiştim bir gün. o günden sonra hayatımızın belki en heyecanlı, en eğlenceli günleri o defterde geçti, orada aşık olduk, ağladık, küfür ettik, içtik içtik ayıldık. işbu defterde başta ufak ufak, sonraları hayvani bir şekilde o engin dimağından bize ukteler sunan hıyarın teki vardı, adı ırmak idi, ki sanırım hala öyle, artık ortada defter olmadığından -hakkaten bir defter vardı ne oldu ona?- 10 peter sellers komikliğindeki entrylerini sol altta frrrmack olarak görebileceğiniz linkte okuyucuların beğenisine sunmakta, ya da sadece öylesine yazıp bırakmakta. Kendisini ve yazılarını şiddetle tavsiye ediyor, sözü merkez stüdyoya bırakıyorum:

http://spaces.msn.com/members/frrmack/Blog/

Salı, Temmuz 26, 2005

kronoloji

almanya günlüğünün ucu kaçtı, neyi yazdım, neyi yazmadım arada neleri atladım bilemiyorum. o yüzden yazmış olduklarımı tarihsel bir bütünlük sağlamak açısından yazdığım tarihlerle ekliyorum blog'a biraz kafanız karışabilir, aşağı inip yukarı çıkmanız gerekebilir ama bir çoğunuz zeki insanlarsınız başarırsınız, aptal olan da okumasın zaten.

Perşembe, Temmuz 07, 2005

defter

7.7.5.woyton.14.50

canım defterim benim, allah bana seni kaybettirip tekrar buldurdu. Bir an o kadar çok korktum ki seni bir daha göremeyeceğim diye.
Dün Film müzesinde gezerken gördüğüm enteresan şeyleri yazayım diye seni elimde tutuyordum. Sonra bir yerde Blue box düzeneğiyle oynamak için çantamla beraber seni de kenara bıraktım, ama sanırım seni çantanın altına koymuşum ve sonra giderken sen orada kalmışsın. Çantamda olmadığını fark ettiğimde saat müzeye geri dönmek için çok geç olmuştu. Bütün gece içim içimi yedi, ve bugün panik içerisinde tekrar müzeye gittim.
Seni bulamasaydım ne olurdu bilemiyorum, herhalde bileti iki gün sonraya alıp direk Türkiye'ye dönerdim. Almanya'daki en yakın dostum sensin sonuçta, herşeyi sana anlatıyorum. Gişedeki kadın seni çekmeceden çıkardığında nasıl sevindim bilemezsin. Değerini bir kez daha anladım kara kaplı dostum benim. Bundan sonra sana daha iyi bakacağım, daha çok dikkat edeceğim ve çantada olup olmadığını daha sık kontrol edeceğim. Canım defterim benim, seni çok seviyorum.

Çarşamba, Temmuz 06, 2005

kan vermek

5.7.05.thilo’ların evi.10.30

Gece boyunca havası sönmüş şişme yatağımda, günlerin yorgunluğuyla heyecanlı kabuslar görerek mışıl mışıl uyurken, son derece kibar ve düşünceli, tez canlı ve hızlı konuşan ev sahibem Stephanie’nin –Berlin’deki Stephanie’nin arkadaşı Düsselköy’lü Thilo’nun aynı adlı kız arkadaşı- kapıya birkaç kere sertçe vurmasıyla uyanıyorum. “bir şeyebakmamgrekio” diyoe. Ha, tabi buyur Stefficim dükkan gerçek anlamıyla senin, yalnız biraz yavaş konuşsan olmaz mı?

Tam o bakacağına bakmış, benim rüyama az önce bıraktığım yerden devam edebileceğim bir şekilde odadan çıkıyorken, bir anda dönüp tekrar hızlı hızlı konuşmaya başlıyor “Eerşimdikalkıpgiyinirsenhemenbenimleüniversiteyegelebilirsin”. Ne diyorsun Steffi, afedersin ama bir bok anlamıyorum. Uçan Fil Dumbo’nun gerçeğini görmüşçesine şaşkın bir halde kafa sallıyorum. Haa olur. Niye gelmeyeyim ki? Zaten uyuyup ne yapacağım değil mi? “Haabakhembelkidekazançlıçıkarsınkanvericembenbenimleberaberverirsenbıdıbıdıbıdıbı”. Haa oldu, tamam. NE? KAN MI? Ben az önce neye evet dedim ya? “Benşimdidışarıçıkıyorumkırkbeşdakkasonragelicemhazırolsenidealırçıkarım”. Bir saniye Steffi lütfen, gözünün yağını yiyeyim dur demeye kalmadan ışık hızında hareket ederek terk ediyor ortamı Steffi. Her şey çok hızlı gelişiyor bu sabah. Uyumaya devam mı etsem diye düşünüyorum. Ama olmaz şimdi, evet dedim bir kere ayıp olur. “Allahın Alman’ına ne ayıp olacak ki” şeklindeki düşüncemle çelişen bir hareketle kalkıyorum yataktan. Daha afyonum patlamamış, beynimin birçok bölümü henüz dükkanları açmamış. Oldukça hızlı bir şekilde kahvaltı edip hazırlanıyorum ki kendisi benim için balkona hazırlanmış çoktan. Evet diyeceğimi tahmin etmiş olmalı. Yumurta bile yapmış. Kan yapar bu dimi Steffi? Aslanım benim be. Götüm dona dona yesem de kahvaltı güzel.

Aynen dediği gibi 45 dakika sonra geliyor Steffi. Bastırıp otobandan hızla ilerliyoruz Uniklinik’e doğru. Araba kullanması da hareket etmesi gibi kızın. Değiştirdiğimiz şeridin haddi hesabı yok. Yürü be Steffi kim tutar seni? (Çok sonradan öğreniyorum ki kimse tutamazmış, zira kendisi Dusseldorf Emniyeti’nde çalışıyormuş.)

Kibar olduğu kadar yardımsever arkadaşımız kendi formlarını doldurduktan sonra benimkilere de yardım ediyor, kan verme istasyonuna geldiğimizde. Arabamız da –nereden bizim olduysa- bu arada, sadece kan vermek için gelmiş olan insanlara ayrılmış bir yerde durmakta, ben oha dedim, belirtmeden de geçemedim. Neyse, formlar dolduruldu, sıramızı bekliyoruz. İlk olarak Steffi çağırılıyor. Ben kendi sıramı beklerken, -daha ilk sefer verdiğim için doktor kontrolü falan da olacak tabi- Steffi çıkıyor odadan. Ne oldu lan Steffi, verdin mi hemen? Ne çabuk. Öğreniyoruz ki kendisinin kanını almayı reddetmişler. Nasıl almazsınız ulan? Kaç kere kan verdi bu kız, trombosit bile bağışladı. Bağışlamış bağışlamasına ama dünkü dayanılmaz baş ağrısı yüzünden normalde hiç almadığı ağrı kesiciden yarım tane almış olmasını bahane eden doktorlar kendisini geri çevirmişler. O da onlara “Aramızda iki alyuvarın lafı mı olur?” diyememiş tabi. Kendisine çok kızarak ve bana şans dileyerekten uzaklaşıyor ortamdan.

İlk olarak parmaktan kan örneği, kan basıncı ölçümü, dil altından plastik termometreli vücut sıcaklığı ölçümü üçlüsü ile bir tür ön elemeye tabi tutuluyorum. Annem sürekli kan veremeyeceğimi iddia ederdi. Biraz da kendimle yarışıyorum aslında. Yani kan verip de para kazanamasam ya da “Kanınız çok güzel ama bugün alamıyoruz, kısmet değilmiş” deseler bile yetecek bana. Ateşim 36,4, tansiyonum 12/9, turp gibiyim maşallah. “HIV virüsü taşımadığınızdan emin misiniz?” yazan kutucuğa hayır demişsiniz diyor sarı saçlı çirkin hemşire bir anda. “Evet” diyorum, test yaptırmadım hiç. “Ama taşıyor musunuz, taşımıyor musunuz?”. Ver bakayım sen o kan örneğini bana. Bakayım, hah taşımıyormuşum. Tövbe estağfurullah. Tabi ki gönlümden geçen taşımıyor olmak ama yine de test yaptırmadan nasıl bilebilirim ki? Hemşire birkaç özel soru sorduktan sonra HIV virüsü taşımadığıma emin olduğuma karar veriyor ve beni kağıtlarla dışarı yolluyor. Tekrar beklemeye başlıyorum.

Genç ve sempatik erkek doktorumuz adımı çığırıyor gayet yanlış bir şekilde. Geçip oturuyoruz odasına, o üzerine rahat bir şeyler alırken ben de kendime bir içki koyuyorum. “Demirin az arkadaşım” diyor doktor bir çırpıda. İnsan biraz alıştıra alıştıra söyler dimi? “Azı karar çoğu zarar”ın almancasını bilmediğim için “Yaa”, “Hmm” gibi ünlemlerle geçiştirmeye çalışıyorum durumu. Biliyordum zaten demirimin eksik olduğunu. Ben bu yüzden yıllarca dışlandım ey doktor. ”Nasıl koyar demir eksikliği insana bilir misin sen?” der gibi bakıyorum doktora ama o bana bakmıyor. Ya da belki ben onun bakışından anlamıyorum zira çekmecesinden bir kutu ilaç çıkarıp veriyor bana. “Günde bir tane al bunlardan” diyor. İki haftaya fıstık gibi olursun. Ama ama, iki hafta mı? İki hafta sonra ben burada değilim ki doktor bey. Anlamıyorsunuz, verilecek kan damarda durmuyor, acilen kan vermem lazım benim. Hem kan vermeyip, hem de bu ilaca para mı vereceğim bu arada? Neyse herhalde paralı olsa söylerdi diye düşünüp susuyorum. O da fırsattan istifade vücudumu dinlemeye başlıyor. Ciğerlerim o kadar sağlam ki maşallah, birini bağışlasam mı diye düşünüyorum. Kaç para verirler ki acaba? Sen de para için ruhunu bile satarsın oğlum. Biraz da şakadan anlasan daha çok seveceğim seni Hayri. Hadi bakalım diyip kapıya doğru yöneliyor doktor bey. Aptal oluyorum biraz. Ne yani şimdi, alıyor musunuz kanımı, almıyor musunuz? Bakın almayacaksanız başkasına vereceğim ona göre.

Girdiğimiz odada yatan insanlara ve ünite ünite kanlara bakınca anlıyorum ki testi geçmişim. Demek ki annem yıllarca kandırmış beni, aslında kan verebilirmişim. Bak anneciğim gördün mü, oğlun büyüdü de kan veriyor. Hey gidi hey. Deminkine göre daha az sempatik kel kafalı bir doktor –ya da laborant- yaklaşıyor yanıma. “Sağ mı, sol mu?”. Ne sağ mı? Hangi elimi mi kullanıyorum? Sol. “O zaman şu tarafa geç, yat oraya”. Emredersiniz efendim. Ama bir terslik var, bu kan emici alet sol tarafımda kalıyor. Pardon ben yanlış anlamışım. Lütfen sağ kolumdan alır mısınız? Kan aynı kan nasıl olsa değil mi? Sol koluma daha çok ihtiyacım var benim. Fark etmez diyor kel laborant, kurbanlık koyun gibi yatıyorum yatağın üzerine. Biraz heyecan var tabi. En son test için kan verdiğimde bayılacak gibi olmuştum. Hem şimdi 500 ml. vereceğim kolay değil tabi. İğneleri de pek sevmem hem. Ama görüyoruz ki kel laborantın içinde bir pamuk hemşire yatıyormuş. Bir damla bile acımıyor canım ve başlıyor yayık ayran yapmak için de gayet rahat kullanılabilecek alet kan kırmızısı kanımı çekmeye. Ve 5-10 dakika içinde bitiriyor işini. Ne bir göz kararması var, ne baygınlık hissi. Ne güzel memleket şu Almanya. Ama yüzüm içimi yansıtmıyor olacak ki, kırk kere iyi misin diye soruyor hemşireler. İyiyim gayet ama siz bu kadar sorunca kılandım biraz. Bana böyle paranoyamı tetikleyecek sorular sormamaları gerektiğini bilmiyorlar sanırım. Neyse, kendime bol karbondioksitli bir içki hazırlayıp biraz daha yatıyorum yatakta. Artık gidebilir miyim sayın pamuk elli kel laborant? Siz de doktor olacak adamsınız vallahi. Son bir kez kimliğime bakmak istiyor kendisi. Türkiye’den geldiğimi görünce “Ooo, Turkey, kardaş” diyor. Ne demek şimdi bu? Sen de mi Türksün yoksa bildiğin tek Türkçe kelime bu mu? Fazla sorgulamadan uzaklaşıyorum oradan.

Sanırım gerçekten kan verdim az önce. Danışmadaki hemşiranımteyze bir kağıt tutuşturuyor elime. Ee para? “Bu fatura, sizi getiren kişi alabiliyor parayı”. Oldu mu şimdi, oldu mu ya? İki üç güne gidiyorum ben, bir daha nasıl geleyim buraya? Neyse yapacak bir şey yok deyip çıkıyorum oradan ve kayboluyorum dana gibi Uniklinik’in bahçesinde. Gayet iyi hissediyorum kendimi. Bu kadar kolaymış demek kan vermek.

Akşam eve döndüğümde aslan Steffi aslanlığını bir kez daha gösterip şak diye çıkarıp veriyor 25 avroyu bana, ben bir ara gider alırım bunu diyor. Şükranlarımı sunup kendisine, atıyorum 25 avroyu cebime. Ama para falan önemli değil aslında, kan verdim ben bugün, bugün ben verdim kan.

6.7.05.woyton.14.50

Pazartesi, Temmuz 04, 2005

Aachen - Düsseldorf

Kuzen eşliğinde yapılan bir günlük Köln - Aachen turunun ardından pılımı pırtımı toplayıp Aachen Hbf.'a geldim. Aslında planım bavulları bir dolaba bırakıp birazcık şehri gezmekti. Baktım dolaplar için bozuk 1,5 avro gerekiyor, baktım 1 avrom ve yetersiz sayıda küçük bozukluğum var, aman dedim istasyonda takılırım 1 saat. Çıktım baktım yukarı ki 10.51'de bir tren kalkıyor halihazırda Düssel Köyü'ne doğru. Eh, bineyim de gideyim bari. Gerçekten de bindim ve gidiyorum. 50 sent için sattım yani Aachen'i.

Fena bir şehir değil aslında Dom'u Rathaus'u bir kısım inişli çıkışlı sokakları ile, ama bir şekilde negatif bir enerjiye sahip, belki kilisenin önünde yaşayan evsiz kadından, belki sokağın kenarına oturmuş paraaaa paraaaaa diye bağıran dilenciden, belki de otobüste sarhoş sarhoş oraya buraya çarptıktan sonra açıp bize şeyini gösteren adamdan, bilemiyorum. Belki de tamamen farklı bir sebeptendir. Neyse, şimdi bu rahat ama havasız, Almanca'dan çok Fransızca konuşulan trende Düsseldorf'a doğru ilerliyorum. Biraz yoruldum sanırım, uyuyasım var.

Pazar, Temmuz 03, 2005

hd-köln

Heidelberg Hbf. - Mannheim Hbf. - Mainz Hbf. - Wiesbaden Hbf. - Limburg Süd - Montabaur - Köln/Bonn Flughafen - Köln Hbf.


evet, bir haftalık Heidelberg macerası sona ererken son derece konforlu bir ICE'de, yanlış bölgeye ait olduğu için haritada takip edemediğim bir yoldan Köln'e doğru gidiyorum. Bugün benim doğumgünüm.

*worms diye bir yer var Almanya'da, acaba sürekli worms oynayan insanlar mı var burada? yoksa hayatı worms gibi mi yaşıyorlar? nüfusu pek fazla olmasa gerek o zaman.

*nehirlerin üzerinde bütün ülkeyi dolaşasım geldi şimdi. sandalımı getirin çabuk, uzak şehirlere yelken açacağım. efendim sandalla yelken...sus bakayım. ben ne diyorsam o olur. 23 sene önce bugün ne oldu biliyor musun sen?

*wiesbaden'den bir anda ters yöne doğru gitmeye başladık. Uyuyordum ben. Bir açtım gözlerimi ki treni ters çevirmişler. herşey diğer tarafa gidiyor. Pardon abi bu tren Köln'den geçer mi? Atla koçum.

*Montabaur diye Alman şehri mi olur kardeşim, neresi burası Fransa mı? Zaten tünellerden geçe geçe bir hal oldum. Hayrola bugün bir sinirlisiniz? Çok öyleyimdir.

Cuma, Temmuz 01, 2005

nekibuki

Simdi burada, beklenmedik olasiliklarin son noktasinda, garip bir sekilde kaniksayarak gercekleri, oylece usuyorum. Hayatin gidisati korkutuyor beni. Beklenen nedir ki aslinda? Camurlu bir nehrin kenarinda otururken iki cift goz, goremedigin ama aslinda orada oldugunu bildigin bir resmin aslinda orada oldugunu ispatlayamamanin caresizligi mi? Yoksa diger gozlerin de ayni seyi bilerek bunu kabul edememesinin buruklugu mu icinde? Soylenmemisler yok mudur ki aslinda?

cok eskiden.

haydelbergci

tayfun pirselimoglu'nun kayip sahislar albumu adli kitabinda bir kisi hakkinda 'iyi haydelbergcidir' seklinde cumle icinde kullandigi kelime. konuyla ilgili kaynaklar bu kelime hakkinda bilgi vermeyi reddediyorlar ve bu kelimenin heidelberg'in turkce karsiligindan baska ne ifade ettigini bulamiyoruz. acaba pirselimoglu ne demek istiyor? kucuk ve sirin mi? tipta ilerlemis mi? yoksa turistlerin ilgisini ceken mi?

bir iliskinin bitmesi egreti bir sekilde attan dusmeye benzetilebilir. bu dususun siddeti iliskinin onemine ve yogunluguna bagli olarak yavru bir midilliden dusmekle yetiskin -ve kum pistte tek gececegimiz- bir arap atindan dusmek arasinda degisebilir. butun etkenler sabit tutuldugunda -atin cinsi, uzerine dusulen zemin, dusus pozisyonu vs., dususun sebebi nesnel olarak hicbir onem arz etmez. uc ihtimal vardir. ya at sizi uzerinden atmistir, ya siz kendi isteginizle atlamissinizdir, ya da atla anlasip munavebeli bir atlayis gerceklestirmissinizdir. (burada sunu belirtmek gerekir ki uzerinden dusulen -atlanan- at her ne kadar karsi tarafi temsil etse de fiziksel bir benzetim soz konusu degildir. kimse -at gibi kizlar ve erkekler bile- bunu uzerine alinmamalidir.)

bu uc ihtimalden ucunde de bir attan dusmuse donme durumu soz konusudur ve dususun ne sekilde gerceklestigi, attan dusmus oldugunuz gercegini degistirmez. veliefendi hipodromu, son yarista altiliyi kacirdigim gun.

bir sokakta ya da meydanda etrafa sacilmis yiyecekler oldugunda oraya kuslardan ilk once guvercinler geliyor. hemen ilk bulduklari yiyecege saldirarak bir an once midelerini -kus midelerini- doldurma stratejisi guduyorlar. genelde birbirlerini engellemek gibi bir davranis sergilemiyorlar. yani herkes tuttugunu yiyor. en fazla gec gelen bir guvercin digerlerinin pesinden heyecanla 'abi bana da bana da, hadi be abijim' seklinde kosturduktan sonra kendine yeni yiyecekler buluyor. bu arada yiyebileceklerinden buyuk parcalar oldugunda onlari garip kafa ve gaga hareketleriyle kucuk parcalara ayirmaya calisirken saga sola firlatip enteresan goruntuler ortaya cikariyorlar. guvercinlerden bir sure sonra kargalar tesrif buyuruyorlar. ancak oncelikli olarak yemeklere saldirma degil ses ve cusselerini kullanarak guvercinleri korkutma ve onlari ortamdan uzaklastirma yolunu seciyorlar. ve fakat bu noktadan sonra bile yemekleri yemiyorlar. kapasiteleri guvercinlere gore oldukca fazla olan gagalariyla toplayabildikleri kadar yiyecegi alip baska taraflara ucuyorlar. halbuki, zaten korkmus olan guvercinler onlarin yemeklerine ilismeyeceginden, orada kalsalar cok daha fazla sey yiyebilirler. kus beyni iste. ortama en son olarak, guvercinler ve kargalar gittikten sonra serceler geliyor. sans eseri ortalikta yiyecek birsey kaldiysa hizli ve minik gaga darbeleriyle onlari tuketiyorlar. cabuk doyduklarindan ve hicbir yerde uzun sure kalmayip fildir fildir oradan oraya uctuklarindan, ortamda kisa bir sure kalip, kus dilinde 'igi pegenigirligi bigir sagadege bigizege mugusagadege' diyip gidiyorlar. sonuc olarak guvercinler yemek konusunda, guclu sezgileri olan, paylasimci, sarsak ve korkak; kargalar assolistvari, kabadayi ve stokcu; serceler ise kaderci, aza tamah eden ve munzevi bir yapiya sahipler. ve serceler kesinlikle guvercinlerin yavrulari degiller, buyuyup guvercin olmuyorlar. not: butun bunlar etrafta ayni yiyeceklere talip olan kedi ve kopekler olmamasi durumunda dogrulaniyor. gedaechtniskirche'nin ordaki kentaki firayd cikinci, 4. tesrinievvel

apartman boslugundaki kus

bir güvercin sıkışıp kaldı apartman boşluğunda küçücük bir çıkıntının üzerinde. 'Geldiği gibi gitsin' derdi belki başka biri, ama kızın yuregi elvermezdi. Akli guvercinde kaldi kizin. 'Gel gel' yapti kusa, alt kattaki minik kapiyi acti ama cikamiyordu kus. Cozumsuz degildi derdi, ama goremiyordu kus cozumleri.

Cocuk da kizin uzulmesine dayanamazdi hic. patates parcalari atti kusun kafasina, tirmanmaya zorladi onu. Tam kurtulmak uzereydi ki kus, tam gelmisti ki disari ucabilecegi acikligin kenarina, yapamadi bir turlu o son hamleyi ve dustu gerisin geri basta durdugu yerden de derine. Artik yanibasindaydi acik kapi, birkac adim atsa ozgurdu iste. Cocuk ekmek kirintilari atmisti hatta kapinin onune, onlari yiye yiye ciksin diye. Ama bakmadi kus hic o yone, gormedi kapiyi. Belki de gururuna yediremedi o kadar kolayca kurtulmayi.

Bir anda hizla havalanip oradan, cikip gitti catidaki bosluktan. En basta yapamadigi seyden cok daha zor olani basarip, kurtardi kendini karanliktan.

Bir kiz sıkışıp kaldi bos bir apartmaninda kucucuk bir sehrin. 'Oldugu gibi kalsin' derdi belki baska biri, ama cocugun yuregi elvermezdi. 'Gel gel' yapti kiza, yeni kapilar acti ona, ama cikmiyordu kiz. Cozumsuz degildi derdi, ama gormuyordu kiz cozumleri. Dayanamazdi cocuk kizin uzulmesine ve atamazdi patates parcalari uzerine. Hayali patates parcalari atti onun yerine kafasinin icine, dusunmeye zorladi onu. Sadece buydu simdilik yapabilecegi. Kiz belki en asagiya dusecek, belki de yukardaki araliktan ucup gidecekti. Ya da belki bos apartmani kucuk sehrin, o kadar da kotu degildi.

HD