Çarşamba, Temmuz 06, 2005

kan vermek

5.7.05.thilo’ların evi.10.30

Gece boyunca havası sönmüş şişme yatağımda, günlerin yorgunluğuyla heyecanlı kabuslar görerek mışıl mışıl uyurken, son derece kibar ve düşünceli, tez canlı ve hızlı konuşan ev sahibem Stephanie’nin –Berlin’deki Stephanie’nin arkadaşı Düsselköy’lü Thilo’nun aynı adlı kız arkadaşı- kapıya birkaç kere sertçe vurmasıyla uyanıyorum. “bir şeyebakmamgrekio” diyoe. Ha, tabi buyur Stefficim dükkan gerçek anlamıyla senin, yalnız biraz yavaş konuşsan olmaz mı?

Tam o bakacağına bakmış, benim rüyama az önce bıraktığım yerden devam edebileceğim bir şekilde odadan çıkıyorken, bir anda dönüp tekrar hızlı hızlı konuşmaya başlıyor “Eerşimdikalkıpgiyinirsenhemenbenimleüniversiteyegelebilirsin”. Ne diyorsun Steffi, afedersin ama bir bok anlamıyorum. Uçan Fil Dumbo’nun gerçeğini görmüşçesine şaşkın bir halde kafa sallıyorum. Haa olur. Niye gelmeyeyim ki? Zaten uyuyup ne yapacağım değil mi? “Haabakhembelkidekazançlıçıkarsınkanvericembenbenimleberaberverirsenbıdıbıdıbıdıbı”. Haa oldu, tamam. NE? KAN MI? Ben az önce neye evet dedim ya? “Benşimdidışarıçıkıyorumkırkbeşdakkasonragelicemhazırolsenidealırçıkarım”. Bir saniye Steffi lütfen, gözünün yağını yiyeyim dur demeye kalmadan ışık hızında hareket ederek terk ediyor ortamı Steffi. Her şey çok hızlı gelişiyor bu sabah. Uyumaya devam mı etsem diye düşünüyorum. Ama olmaz şimdi, evet dedim bir kere ayıp olur. “Allahın Alman’ına ne ayıp olacak ki” şeklindeki düşüncemle çelişen bir hareketle kalkıyorum yataktan. Daha afyonum patlamamış, beynimin birçok bölümü henüz dükkanları açmamış. Oldukça hızlı bir şekilde kahvaltı edip hazırlanıyorum ki kendisi benim için balkona hazırlanmış çoktan. Evet diyeceğimi tahmin etmiş olmalı. Yumurta bile yapmış. Kan yapar bu dimi Steffi? Aslanım benim be. Götüm dona dona yesem de kahvaltı güzel.

Aynen dediği gibi 45 dakika sonra geliyor Steffi. Bastırıp otobandan hızla ilerliyoruz Uniklinik’e doğru. Araba kullanması da hareket etmesi gibi kızın. Değiştirdiğimiz şeridin haddi hesabı yok. Yürü be Steffi kim tutar seni? (Çok sonradan öğreniyorum ki kimse tutamazmış, zira kendisi Dusseldorf Emniyeti’nde çalışıyormuş.)

Kibar olduğu kadar yardımsever arkadaşımız kendi formlarını doldurduktan sonra benimkilere de yardım ediyor, kan verme istasyonuna geldiğimizde. Arabamız da –nereden bizim olduysa- bu arada, sadece kan vermek için gelmiş olan insanlara ayrılmış bir yerde durmakta, ben oha dedim, belirtmeden de geçemedim. Neyse, formlar dolduruldu, sıramızı bekliyoruz. İlk olarak Steffi çağırılıyor. Ben kendi sıramı beklerken, -daha ilk sefer verdiğim için doktor kontrolü falan da olacak tabi- Steffi çıkıyor odadan. Ne oldu lan Steffi, verdin mi hemen? Ne çabuk. Öğreniyoruz ki kendisinin kanını almayı reddetmişler. Nasıl almazsınız ulan? Kaç kere kan verdi bu kız, trombosit bile bağışladı. Bağışlamış bağışlamasına ama dünkü dayanılmaz baş ağrısı yüzünden normalde hiç almadığı ağrı kesiciden yarım tane almış olmasını bahane eden doktorlar kendisini geri çevirmişler. O da onlara “Aramızda iki alyuvarın lafı mı olur?” diyememiş tabi. Kendisine çok kızarak ve bana şans dileyerekten uzaklaşıyor ortamdan.

İlk olarak parmaktan kan örneği, kan basıncı ölçümü, dil altından plastik termometreli vücut sıcaklığı ölçümü üçlüsü ile bir tür ön elemeye tabi tutuluyorum. Annem sürekli kan veremeyeceğimi iddia ederdi. Biraz da kendimle yarışıyorum aslında. Yani kan verip de para kazanamasam ya da “Kanınız çok güzel ama bugün alamıyoruz, kısmet değilmiş” deseler bile yetecek bana. Ateşim 36,4, tansiyonum 12/9, turp gibiyim maşallah. “HIV virüsü taşımadığınızdan emin misiniz?” yazan kutucuğa hayır demişsiniz diyor sarı saçlı çirkin hemşire bir anda. “Evet” diyorum, test yaptırmadım hiç. “Ama taşıyor musunuz, taşımıyor musunuz?”. Ver bakayım sen o kan örneğini bana. Bakayım, hah taşımıyormuşum. Tövbe estağfurullah. Tabi ki gönlümden geçen taşımıyor olmak ama yine de test yaptırmadan nasıl bilebilirim ki? Hemşire birkaç özel soru sorduktan sonra HIV virüsü taşımadığıma emin olduğuma karar veriyor ve beni kağıtlarla dışarı yolluyor. Tekrar beklemeye başlıyorum.

Genç ve sempatik erkek doktorumuz adımı çığırıyor gayet yanlış bir şekilde. Geçip oturuyoruz odasına, o üzerine rahat bir şeyler alırken ben de kendime bir içki koyuyorum. “Demirin az arkadaşım” diyor doktor bir çırpıda. İnsan biraz alıştıra alıştıra söyler dimi? “Azı karar çoğu zarar”ın almancasını bilmediğim için “Yaa”, “Hmm” gibi ünlemlerle geçiştirmeye çalışıyorum durumu. Biliyordum zaten demirimin eksik olduğunu. Ben bu yüzden yıllarca dışlandım ey doktor. ”Nasıl koyar demir eksikliği insana bilir misin sen?” der gibi bakıyorum doktora ama o bana bakmıyor. Ya da belki ben onun bakışından anlamıyorum zira çekmecesinden bir kutu ilaç çıkarıp veriyor bana. “Günde bir tane al bunlardan” diyor. İki haftaya fıstık gibi olursun. Ama ama, iki hafta mı? İki hafta sonra ben burada değilim ki doktor bey. Anlamıyorsunuz, verilecek kan damarda durmuyor, acilen kan vermem lazım benim. Hem kan vermeyip, hem de bu ilaca para mı vereceğim bu arada? Neyse herhalde paralı olsa söylerdi diye düşünüp susuyorum. O da fırsattan istifade vücudumu dinlemeye başlıyor. Ciğerlerim o kadar sağlam ki maşallah, birini bağışlasam mı diye düşünüyorum. Kaç para verirler ki acaba? Sen de para için ruhunu bile satarsın oğlum. Biraz da şakadan anlasan daha çok seveceğim seni Hayri. Hadi bakalım diyip kapıya doğru yöneliyor doktor bey. Aptal oluyorum biraz. Ne yani şimdi, alıyor musunuz kanımı, almıyor musunuz? Bakın almayacaksanız başkasına vereceğim ona göre.

Girdiğimiz odada yatan insanlara ve ünite ünite kanlara bakınca anlıyorum ki testi geçmişim. Demek ki annem yıllarca kandırmış beni, aslında kan verebilirmişim. Bak anneciğim gördün mü, oğlun büyüdü de kan veriyor. Hey gidi hey. Deminkine göre daha az sempatik kel kafalı bir doktor –ya da laborant- yaklaşıyor yanıma. “Sağ mı, sol mu?”. Ne sağ mı? Hangi elimi mi kullanıyorum? Sol. “O zaman şu tarafa geç, yat oraya”. Emredersiniz efendim. Ama bir terslik var, bu kan emici alet sol tarafımda kalıyor. Pardon ben yanlış anlamışım. Lütfen sağ kolumdan alır mısınız? Kan aynı kan nasıl olsa değil mi? Sol koluma daha çok ihtiyacım var benim. Fark etmez diyor kel laborant, kurbanlık koyun gibi yatıyorum yatağın üzerine. Biraz heyecan var tabi. En son test için kan verdiğimde bayılacak gibi olmuştum. Hem şimdi 500 ml. vereceğim kolay değil tabi. İğneleri de pek sevmem hem. Ama görüyoruz ki kel laborantın içinde bir pamuk hemşire yatıyormuş. Bir damla bile acımıyor canım ve başlıyor yayık ayran yapmak için de gayet rahat kullanılabilecek alet kan kırmızısı kanımı çekmeye. Ve 5-10 dakika içinde bitiriyor işini. Ne bir göz kararması var, ne baygınlık hissi. Ne güzel memleket şu Almanya. Ama yüzüm içimi yansıtmıyor olacak ki, kırk kere iyi misin diye soruyor hemşireler. İyiyim gayet ama siz bu kadar sorunca kılandım biraz. Bana böyle paranoyamı tetikleyecek sorular sormamaları gerektiğini bilmiyorlar sanırım. Neyse, kendime bol karbondioksitli bir içki hazırlayıp biraz daha yatıyorum yatakta. Artık gidebilir miyim sayın pamuk elli kel laborant? Siz de doktor olacak adamsınız vallahi. Son bir kez kimliğime bakmak istiyor kendisi. Türkiye’den geldiğimi görünce “Ooo, Turkey, kardaş” diyor. Ne demek şimdi bu? Sen de mi Türksün yoksa bildiğin tek Türkçe kelime bu mu? Fazla sorgulamadan uzaklaşıyorum oradan.

Sanırım gerçekten kan verdim az önce. Danışmadaki hemşiranımteyze bir kağıt tutuşturuyor elime. Ee para? “Bu fatura, sizi getiren kişi alabiliyor parayı”. Oldu mu şimdi, oldu mu ya? İki üç güne gidiyorum ben, bir daha nasıl geleyim buraya? Neyse yapacak bir şey yok deyip çıkıyorum oradan ve kayboluyorum dana gibi Uniklinik’in bahçesinde. Gayet iyi hissediyorum kendimi. Bu kadar kolaymış demek kan vermek.

Akşam eve döndüğümde aslan Steffi aslanlığını bir kez daha gösterip şak diye çıkarıp veriyor 25 avroyu bana, ben bir ara gider alırım bunu diyor. Şükranlarımı sunup kendisine, atıyorum 25 avroyu cebime. Ama para falan önemli değil aslında, kan verdim ben bugün, bugün ben verdim kan.

6.7.05.woyton.14.50

Hiç yorum yok: