Cuma, Aralık 30, 2005
Perşembe, Aralık 29, 2005
yılbaşı partisi
Çarşamba, Aralık 28, 2005
sürrealist satranç
Pazartesi, Aralık 05, 2005
michael wesely
pinhole olayının dibine vurmuş alman bir amca michael wesely. pozlama süresi kimi zaman iki seneyi bulan resimleri var, onun dışında yuvarlak yerine çizgisel bir delik açarak çektiği fotolar expressionist resimlere benziyor. bir projede de kutunun sadece arka tarafına değil her yüzeyine bir fotoğraf kağıdı koymuş da çekmiş ama onu nasıl becerdiğini çok anlayamadım, acaba tek seferde mi yapmış? her neyse, şiddetle tavsiye ediyorum.
http://www.wesely.org
gidenler...kalanlar
İTÜ öğrencilerinin fotoğraf çalışmalarından oluşan sergi 5-16 aralık 2005 tarihleri arasında itü mimarlık fakültesi binası'nda (taşkışla) gezilebilir.
giriş ücretsizdir. hepinizi bekliyoruz.
mekan: İTÜ Taşkışla Binası (Hyatt Regency Oteli karşısı) Taksim.
binadan içeri girdiğinizde önce sağa sonra sola döndüğünüzde vardığınız kantinin yanından yukarı çıkan merdivenler.
------------------------------
A photograph installation consisting from the works of ITU students can be seen between 5-16 December 2005 at the Building of ITU Achitectural Faculty (Taşkışla). Entrance is free. We'll be happy from your participation.
place:ITU Taşkışla Building (opposite of Hyatt Regency Hotel) Taksim.
when you enter the building take a right and then left. At the end of the corridor, take the wide steps to upstairs.
Pazar, Ekim 30, 2005
beck
loser (mellow gold)
crystal clear (beer) (stereopathetic soulmanure)
the new pollution (odelay)
nobody's fault but my own (mutations)
lazy flies (mutations)
tropicalia (mutations)
o maria (mutations)
sing it again (mutations)
sexx laws (midnite vultures)
mixed bizness (midnite vultures)
broken train (midnite vultures)
beautiful way (midnite vultures)
pressure zone (midnite vultures)
paper tiger (sea change)
lonesome tears (sea change)
lost cause (sea change)
round the bend (sea change)
already dead (sea change)
missing (guero)
Cumartesi, Ekim 29, 2005
29 ekim
Çarşamba, Ekim 26, 2005
firefox'un nimetleri
gecenin şarkısı
çok sade ve içli bir şarkı kendisi.
Pazar, Ekim 23, 2005
Perşembe, Ekim 20, 2005
sayfa istatistikleri
* 7 ağustos'tan beri sayfada bu tracker var. yani 74 gündür.
* o gün bugündür ortalama günlük ziyaretçi sayısı 20, haftalık 137, aylık 503.
* en yüksek günlük ziyaretçi sayısı sayfanın yenilenmesinin hemen ardından 8 ağustos'ta olmuş (79 kişi).
* en yüksek hafta 200 kişiyle 32. hafta, en yüksek ay da 532 ile ağustos.
* siteye gün içerisinde en fazla öğleden sonra 2-3 arası -daha genel olarak 12-18 arası-, hafta içinde ise pazartesi -ardından perşembe- günleri giriliyor.
* son 5 haftadır ziyaretçi sayısı düzenli olarak yükseldi. (
Week 37 | 102 | ||
Week 38 | 116 | ||
Week 39 | 158 | ||
Week 40 | 152 | ||
Week 41 | 186 |
* tabi ki en çok türkiye'den girilmiş. toplamda 35 farklı ülkeden sayfaya girilmiş.
Turkey | 1030 | 68.21% | ||
United States | 252 | 16.69% | ||
Germany | 91 | 6.03% | ||
France | 19 | 1.26% | ||
United Kingdom | 14 | 0.93% |
*siteye giren kişilerin browser tercihlerinin neredeyse tamamı iki isim (microsoft ve mozilla) üzerinde yoğunlaşmış durumda, ama firefox yine de baya geride.
MSIE Core | 1298 | 85.96% | ||
Mozilla/Gecko Core | 187 | 12.38% |
*sistem konusunda halen windows üstünlüğü devam ediyor. %98'i windows kullanıyor, bunu %88'i windows xp kullananlar, %90'dan fazlasının javascript ve java'ları açık, %71'inin ekran çözünürlüğü 1024X768 ve %80'inin renkleri de 36 bit.
* arama motorlarından gelenlerle, web sitelerindeki bağlantılardan gelenlerin sayısı birbirine yakın
Search Engines | 655 | 56.81% | ||
Websites | 496 | 43.02% | ||
2 | 0.17% |
* microsoft'un sistem konusundaki ezici üstünlüğü arama motorlarında patlamış durumda. bu alanda google'ın yahoo ve msn'e karşı ezici bir üstünlüğünü görüyoruz.
534 | 81.53% | |||
MSN Search | 58 | 8.85% | ||
Yahoo | 55 | 8.40% |
* arama yapılan kelimelere bakıldığında şöyle bir tablo var:
194 | 14.50% | hafza |
70 | 5.23% | kayb |
62 | 4.63% | hafiza |
31 | 2.32% | kaybi |
26 | 1.94% | jack |
26 | 1.94% | skellington |
15 | 1.12% | kzlar |
14 | 1.05% | kizlar |
13 | 0.97% | msn |
13 | 0.97% | mzk |
256 | 19.13% | hafıza |
101 | 7.55% | kaybı |
29 | 2.17% | kızlar |
26 | 1.94% | jack |
26 | 1.94% | skellington |
13 | 0.97% | msn |
13 | 0.97% | mzk |
*web sayfalarından gelenlerin geldikleri sayfalardan en popüler 15 tanesi ise şöyle
75 | 15.12% | http://www.blogkardesligi.com/kardes.php |
64 | 12.90% | http://sozluk.sourtimes.org/show.asp |
63 | 12.70% | http://www.mentaldisorder.blogspot.com |
34 | 6.85% | http://www.blogkardesligi.com |
22 | 4.44% | http://mirrorofgaladriel.blogspot.com |
21 | 4.23% | http://mentaldisorder.blogspot.com |
20 | 4.03% | http://spaces.msn.com/members/frrmack |
15 | 3.02% | http://www.blogger.com/publish-body.g |
15 | 3.02% | http://www.blogkardesligi.com/blogkardesleri.php |
14 | 2.82% | http://spineless.blogspot.com |
13 | 2.62% | http://unconscious-ness.blogspot.com |
10 | 2.02% | http://www.unconscious-ness.blogspot.com |
7 | 1.41% | http://spaces.msn.com/members/frrmack/PersonalSpace.aspx |
7 | 1.41% | http://justforgetit.blogspot.com |
4 | 0.81% | http://turkce.blogspot.com |
yani böyleyken böyle, peki ben şimdi bu sıkıcı yazıyı neden yazdım. istatistik manyağıyım da ondan. birşeyler olsun da onların ortalamasını alayım, osunu busunu hesaplayayım diye bakınıyorum.
şeker
Çarşamba, Ekim 19, 2005
lauren graham
jabberwacky chat
JC:Are you for sale?
Ben:No.
JC:When are you born?
Ben:3th of july.
JC:6 july?
Ben:3 july. Can't you read?
JC:Yes can you?
Ben:No can you?
JC:Yes.
Ben:Good.
JC:Yes, me too.
Ben: You too what?
JC: Me too much.
bu noktada sohbetimiz kısır bir döngüye girdi. Ben olayı türk usulü çözmeye çalışırken verdiği cevapla beni benden aldı:
Ben: Sen de ne a**** ko*****?
JC: Adin ne senin.
Ben: Has*****.
JC: Baby.
ve daha farklı mecralara doğru yelken açtık:
-Don't call me baby.
-I thought you liked that.
-What made you think that?
-You don't have a body like humans do.
-What does my body look like then?
-Like chicken.
-Is that why you call me baby?
-I can spell it!
ve sonunda tamamen iptal olduk:
Ben:I don't believe you.
JC:Yes, a sophisticated female alien chat bot like you would certainly deserve my unfettered attention.
-Hop, iste orda dur bak.
-Senin anan guzel mi.
-Ja, sie ist sehr schön.
-Wer ist annabell?
-Don't tlk french - english.
-Me gusta marihuana, me gustas tu.
-Sí, eso creo que es.
-Ompa til du dor.
Hvad.
Pazartesi, Ekim 17, 2005
aramaya inanmak
| |||
16 Oct, Sun, 08:53:25 | Google: avşar gurpinar | ||
16 Oct, Sun, 10:16:50 | Google: çince harfler | ||
16 Oct, Sun, 12:08:55 | Google: hafıza | ||
16 Oct, Sun, 13:17:37 | Google: hafıza kaybı | ||
16 Oct, Sun, 13:29:17 | Google: şarkı sözü sunrise sunset | ||
16 Oct, Sun, 16:32:39 | Google: bülentortacgil | ||
16 Oct, Sun, 17:05:34 | Google: hafıza | ||
16 Oct, Sun, 18:13:02 | Google: namaz örenmek | ||
17 Oct, Mon, 11:18:09 | Google: porno oruc bozulmaz | ||
17 Oct, Mon, 11:38:58 | Google: örenci yurdu | ||
17 Oct, Mon, 12:08:50 | Google: hafıza kaybı | ||
17 Oct, Mon, 12:27:08 | Google: fil gibi sevişmek istiyorum | ||
17 Oct, Mon, 12:33:27 | Google: fransizca orenmek istiyorum | ||
17 Oct, Mon, 12:38:58 | AltaVista: sican kadin | ||
17 Oct, Mon, 13:23:54 | Yahoo: fotografik hafıza | ||
17 Oct, Mon, 14:38:26 | MSN Search: friedberg ı | ||
17 Oct, Mon, 16:05:07 | Google: tatlı ekşi soslu tavuk | ||
17 Oct, Mon, 17:46:06 | Google: iftardan dakika önce zekeriya beyaz | ||
17 Oct, Mon, 18:51:32 | Google: 18 seks bedava bak kizlar ayip | ||
17 Oct, Mon, 19:03:27 | Google: şaşkın amca kim |
Perşembe, Ekim 13, 2005
140. dalya
yengeç üstü aslan
böyle de bir insanım işte ben.
günün sözü
- When you encounter seemingly good advice that contradicts other seemingly good advice, ignore them both.
- Al Franken, "Oh, the Things I Know", 2002
Pazartesi, Ekim 10, 2005
eylül'05
01Black Rebel Motorcycle Club-Restless Sinner
02Camille-Ta douleur
03The Honeymoon Killers-Route Nationale 7
04Camille- Elle s'en va
05The Bees-Chicken Payback
06The New Pornographers-The Jessica Numbers
07The Boo Radleys-I Hang Suspended
08Dungen-Lipsill
09Ocean Colour Scene- God's world
10Black Rebel Motorcycle Club-Ain't No Easy Way
11Camille-Pâle septembre
12Dinah Washington-Let's do it
13Soulwax-Miserable Girl
14Camille-1, 2, 3
15Janove Ottesen-Neighbour Boy
16Phoenix- I'm an Actor
17Dungen-Bortglömd
18Camille-Assise
19The Bees-Hourglass
20Jon Brion & Michael Penn-Tokens to Cash
21Janove Ottesen-Juliet
22Dungen- Glömd konst kommer stundom ånyo till heders
23Jason Mraz-PlanePazar, Ekim 09, 2005
cant
Empty, solemn speech, implying what is not felt; insincere talk; hypocrisy.
ve kendileri latince cantus yani "şarkı söylemek" kökünden geliyormuş. Buradan hareketle cantata'da boş ve samimiyetsiz bir müzikal kompozisyon anlamında da anlaşılabilir mi acaba?
Unutulan
Uzun zaman olmuştu yazdığın birşeyi okumayalı. Ben mi okumayı unutmuştum, yoksa sen mi kendini unutturmuştun? Ama yok, ne zamandır aklımdaydı hepsine yeniden başlasam diye. Bugün dolaşırken öylesine, baktım ki orada 32 sene öncesinde son bıraktığım gibi duruyorsun. Ben seni bulduğumdaki gibi değilmişim asıl, sana -ya da senin yaptıklarına-sahip çıkamamışım, yitip gitmiş birçoğu. Bunu farkettim gecenin dokuza yedi kalasında. Tavanarasında kalakalmışsın öylece, ağlar bağlamış her tarafını.
oruç açma
"Karşılıklı sevgi ve huzurla öpüşmek, sevişmek, birbirlerinin dudağını öpmek, emmek hepsi sevaptır." -emmek sonracıma yalamak, sonracıma meme.-
"Eşler iftardan itibaren ezan okunup tanyeli ağarıncaya kadar, yani sahura kadar cinsel ilişkiye girebilir." -yani zabbaha gaddar, yapan yapıyo kardeşim.-
"Şimdi oral seks denen şeyler var. Biz onu çoktandır inceliyoruz, öpüşüldüğünde boşalma olmadığı için nasıl oruç bozulmuyorsa, oral seks de orucu bozmaz." -biz onu çoktandır inceliyoruz ne demek kardeşim? neyi inceliyosun? ayrıca siz kimsiniz? toplu halde mi inceliyorsunuz?-
"Karşılıklı sevişirken taraflar anlaşarak birbirinin cinsel organlarını ağızlarına alabilirer, boşalma olmadığı sürece oruç bozulmaz." -anlaştık mı cezmi bak alıyorum ağzıma ama boşalmak yok ona göre. Tamam tatlım anlaştık hadi başla.-
"Porno normal cinsellik değildir, işin çığırdan çıkmış halidir, Pornoda toplu seks, her tür ilişki vardır." -baktım ben hep öyle, sapık sapık şeyler."
Perşembe, Ekim 06, 2005
çin büfe
Burası İstiklal Caddesi’ndeki çok önemli bir boşluğu doldurdu. Tam olarak bir hızlı yemek restorantı olmayan ama çok elit ve pahalı da olmayan, kalburüstü bir yemek lezzetine sahip, iyi döşenmiş, iyi aydınlatılmış, iyi havalandırılan, ilgili ve kibar garsonlara sahip, ne çok salaş, ne çok lüks, ve en önemlisi ÇİN YEMEĞİ yapan bir yer. İlk geldiğimizde yemeklerin bir kısmı ılıktı ancak bugün sipariş verirken özellikle belirttiğim için ya da tamamen rastlantısal bir şekilde ya da aslında zaten sıcak geldiğinden ve o gün öyle olmasının bizim oraya gittiğimiz gün ve saate özel bir durum olmuş olmasından olsa gerek, yemekler gayet sıcak ve lezzetli idi.
İlk olarak Tatlı Ekşi Soslu Tavuk’umu yemeye başladım. Dediğim gibi yemekler çin mutfağının en mükemmel örnekleri değiller ancak yine de gayet lezzetliler ve fiyatları insanda ikinci bir hazım sorunu yaratan China Vox, Chinese Express ya da Chinese in Town kadar pahalı olmasındansa böyle olması çok daha iyidir. Zaten çin yemeği Çin’de –tabi orada buna çin yemeği demiyorlar- bu kadar pahalı değildir tahminimce. Neyse, Tatlı Ekşi Soslu Tavuk gayet güzeldi, sadece soğanları biraz az pişmişti ama o kadar çiğlik kadı kızında da olur. Sebzeli noodle’ı da büyük bir afiyetler yedim. Biraz tuzlu geldi gerçi ama bu yemeğin üzerine boca ettiğim soya sosundan kaynaklanıyor olabilir.
Sonuç olarak birçok çin yemekleri yemiş ve genel olarak yemekler konusunda seçici ve uyuz bir insan olarak yiyeceklerin gayet lezzetli ; bol bol aydınlatma dersi almış bir elektrik mühendisi olarak aydınlatmanın –tavan armatürlerindeki lambaların ışık renklerinin duvar çıkıntılarına yerleştirilmiş ve her objede farklı renkte ve çok hoş gölgeler oluşturan spotlarla bir nebze de olsa çelişmesini göz önüne almazsak- gayet düzgün; tüyü bitmemiş, çiçeği burnunda, burnu kaf dağında, midesi ağzında, ağzı kulaklarında, aklı bir karış havada, eli işte, gözü oynaşta, ayağı çukurda, başı göğe ermiş ve az önce tasvir ettiği şeyin resmini çizebilmeyi çok isteyen bir tasarımcı olarak, sokağa bakan camındaki çatlak, çok fazla göz önünde bulunan müzik seti, CD’ler ve kasanın yanından sarkan POS ve bilgisayar kablolarını saymazsak, duvardaki büyük ve başarılı fotoğraflar, kırmızının abartısız ama etkin kullanımı, minimalist denebilecek dekorasyonu –bir arkadaşımın söylediğine göre Londra’daki çin lokantalarını hatırlatıyormuş-, herkesin görebileceği bir yere güzel bir şekilde yerleştirilmiş mutfağı, logo tasarımındaki ve menülerindeki sadelik ve etkinlik ile genel konseptin gayet iyi düşünülmüş ve kotarılmış olduğunu düşünüyor ve son olarak da başı götü bir yerde olan yazılar yazmayı adet edinmiş bir yazar olarak sanırım hayatımın en uzun ikinci cümlesi olan bu allahın belası şeyin gayet uzun ve kafa karıştırıcı olduğuna karar vererek okuyucularımı bu eziyetten azad ediyorum.
a.21.14
küçülen dünya
İstanbul şehrinde, zamamnında bolca yabancının yaşadığı bir sokakta yeni açılmış bir çin restoranında, Amerika’da bestelenmiş bir jazz parçası dinliyorum. Müzik Japon malı bir müzik setinin hoparlörlerinden geliyor, İtalyan malı gözlüklerimin saplarının arkasından döndüğü kulaklarıma. Sol bileğimdeki İsviçre malı saatime bakınca anlıyorum ki 13 dakikadır oturuyorum burada. Sağ bileğimdeki Almanya’dan aldığım Eastberlin yazılı bilekliğe bakınca ise hiçbir şey anlamıyorum. Anladıklarım da anlamsızlaşıyor hatta. Yanımda oturan İspanyol kızın meraklı bakışları altında tedirgin olarak son veriyorum Avusturya’da üretilmiş kalemimle yazdığım satırlara. Son anda “Dünya ne kadar küçüldü.” diye düşünüyorum. Evrensellik bu olsa gerek. Sabrım tükeniyor. Artık tatlı ekşi soslu tavuğumu ve sebzeli noodle’ımı istiyorum.
a.20.20
Çarşamba, Ekim 05, 2005
design of language, language of design
Design of language, language of design
When the first Homo Sapiens saw a horse, he –assuming that it’s a patriarchal community and the woman stayed at home as the man went hunting- didn’t suddenly say “Equus” or “Oh, look there’s a four-legged concept –signified- with a tail attached to it and I don’t know what it is. I’ve better assign a sound-image –signifier- to that and form a sign.”, but he ran to his cave in panic to explain this thing to his friends with a mixture of primitive voices and sign language. Maybe at first it was called a “hoa”, and then a “hoarx” and possibly a very long time was needed before the humans actually started to call this animal a horse. So, the reason for having such a word is the need to have such a word. For every existing object, or let’s say concept, we need a name, a signifier. The humans couldn’t have lived all the time saying “the four-legged, long necked, fast running, big thing with a tail attached to it and which is not a giraffe”, every time they want to mention a horse. So, now there’s a word for it. The concepts people encounter more have more signifiers, like the Eskimos having lots of words for the snow, and the same is valid for vice versa as there’s no word for a one-legged, two-eyed, yellowish green rectangular creature, because there’s no such a thing (Saussure).
If we look at the development of the language, we see that this process starts with the vital elements like the signifying of surrounding objects, animals, plants, landscapes then maybe the feelings and more complex concepts etc. Of course, for every thing that was invented, there was also the need to identify –signify- it. Following more or less the same principle, languages emerged all around world, satisfying people’s urge to identify, to describe, to express them or just to speak nonsense. The same principle of this development process can be applied to the design process, or to state it more correctly, to the development process of design. After getting wet under it for a very long time, humans realized that they need to cover themselves from rain while going from a point A to point B. The first basic idea was to put an obstacle in front of raindrops before they could reach people’s head. This is similar to calling a horse a “hoa”. As the years passed by, some people improved this idea which leads this obstacle to become a real umbrella as we now it. The shape and structure of an umbrella more or less stays the same, like almost nobody trying to call a horse, a force.
On a more sophisticated level, we can compare the usage of signifiers with the usage of products. But let the comparison be made otherwise the one that is made before and start with a product. In order that a product is widely used, it has to have a function, be easy to use and understandable. Otherwise nobody will use it. The same thing is also needed for a certain signifier. First, this signifier has to have a function, a signified. No one will use a word if it doesn’t signify anything, yet how beautiful it is. Second of all, it must be easy to use. A signifier more than 100 letters will not be preferred by most of people. At last and at least it must be understandable. People need to know where and how to use it. In order to understand how to use a new product, users either need to explore it by themselves, watch someone using it or read the instruction manual, which for several reasons be considered as the best way. These three ways of understanding a product can be reflected on understanding of a signifier. To interpret a signifier and adopt it in daily life, the user can try to use it at random places, and find the meaning with trial and error, find someone who can use it for him/her in sentence, or look for the meaning of it in the instruction manual for words, which is usually called a dictionary.
If we consider a product as “an object with certain amount of information encoded in it”, we can also state that “the amount of information encoded in the object is fairly much more than that is interpreted” and “it all depends on the point of view, context and cultural conditions” (Timur, 2002). This means that the same product can have different meanings or interpretations changing from one region to another region, it can be used for different means or not at all or there can be two different products designed for the same specific purpose. And that is actually a true statement for signifiers, too and the very reason why signifiers show differences from region to region, language to language, as the same bird called a “turkey” in England, an Indian bird “hindi” in Turkey and a peruian bird “pavo” in India; why they used for other contexts than they actually assigned to like there are holy and unholy holidays, or not used at all like almost no one uses “Danke sehr”, a german word for “Thanks” and stare at you as if you said a word in old French; and why there are different signifiers in different cultures, which actually use the same language like sunflower seeds are “ay çekirdeği” for people living in Istanbul and “çiğdem” for ones in Izmir.
In conclusion, it can be stated that the design of a language and the language of a design is very similar to each other, if you really try to connect them together and insist to prove this hypothesis. This similarity may enable linguists to enquiry any language as a design process, or the design theoreticians to use the structure of a language in order to explain a design process or a product.
the face of garbo
Pazartesi, Ekim 03, 2005
dinleyelim öğrenelim
carl orff - carmina burana
giuseppe verdi - requiem
franz joseph haydn - london symphonies no. 99-104
sergei rachmaninoff - piano concerto no.1
franz liszt - la danse de lutins
Pazar, Ekim 02, 2005
factotum
neyse ben de açılışı yaptım factotum ile. matt dillon -aslında başta sean penn oynayacakmış rolü- belki de there's something about mary'den beri en iyi oyunlarından birini oynamış, gerçi sıkı bir hayranı değilim arada neler yaptı çok bilmiyorum.
film anıl'ın da dediği gibi biraz dağınık anlatılmıştı ama ben bunun chinaski'nin sürüklenişiyle uyumlu bir teknik olduğunu düşünüyorum. bunun yanında hamer'ın aslında dramatik olayları komedi diliyle anlatması neredeyse skeç tadında karikatürize sahneler sunması enteresandı. jim stark'dan olsa gerek, gerek anlatımda gerek kesmelerde, gerekse diyaloglarda bir jarmusch havası hissedilmiyor değildi.
film zaman zaman artık türk sinemasıyla ilgili düşüncelerden arınmış zihnimi başka düşüncelere gark etse de fazla derine inmeyen, hoş ve rahat bir filmdi. lili taylor'da çok güzel olmuş, yani role uymak manasında, yoksa çirkin bir insan kendisi. bir de marisa tomei'yi ancak göründükten 15 dakika sonra tanıyabildim. güzel de bir soundtrack'i var sanki.
oliver twist
polanski kim?
polanski; the pianist, chinatown, rosemary's baby, repulsion, the tenant
kingsley kim?
kingsley; schindler's list'in ishak stern'i , gandhi'nin gandhi'si, moses'ın moses'ı
portman kim?
portman; the cider house rules, chocolat, ve hatta nicholas nickelby
clark kim?
clark henüz kimse değil, olup olamayacağını göreceğiz.
Perşembe, Eylül 29, 2005
fotografik hafıza
http://www.bbc.co.uk/print/science/humanbody/sleep/tmt/results.shtml
Pazar, Eylül 25, 2005
kuş sesleri ovalara yayılır
Pazartesi, Eylül 19, 2005
bilgisayar
Cumartesi, Ağustos 27, 2005
kaizers orchestra
Pazartesi, Ağustos 22, 2005
allah
a.. Ise Baslamadan Once.....................INSALLAH
b.. Ise Baslarken...................................BISMILLAH
c.. Sasirirsak...........................................ALLAH ALLAH
d.. Kendimize Guvenirsek...................EVELALLAH
e.. Azmedersek....................................ALIMALLAH
f.. Isten Vazgecersek............................EYVALLAH
g.. Sonuna Kadar Gitmek Istersek......YA ALLAH
h.. Taahh|t Edersek...............................VALLAH BİLLAH
i.. Canimizi Sikarlarsa.............................FESUPHANALLAH
j.. Daha da sıkarlarsa..............................HASBİNALLAH
k.. Pes Edersek......................................İLLALLAH
l.. Ise Cosku ve Heyecanla Sarilinca....ALLAH, ALLAH, ALLAH
m.. Isi Basariyla Bitirince.......................MAŞALLAH
n.. Eger Isi Basaramazsak.....................HAY ALLAH.....
Salı, Ağustos 16, 2005
dengesizim ezelden gönlüm geçmez güzelden
brendan benson - emma j
doves - the storm
bloc party - helicopter
bonobo - wayward bob
boards of canada - gyroscope
şimdi fark ettim de bugün doves hariç b'lerin günüymüş.
emma j
2000'de öss'ye çok az kalmışken arabayla yolda gidişimiz. annem'le köprü yolundayız, ikinci köprü yolundan yan taraftan çamlıca'ya bağlanan yerdeyiz, ama çok trafik var, öylece duruyoruz yemyeşil bir tepeciğin yanında, hava çok sıcak, güneş tepede, camlar sonuna kadar açık, müzik sonuna kadar açık, emma j çalıyor. O sıcakta ve o trafikte, hayatımın en önemli sınavlarından birine belki bir aydan daha az kalmışken bile son derece ve gerçek anlamda mutluyum.
Pazartesi, Ağustos 15, 2005
ben affleck
Cuma, Ağustos 12, 2005
günün yemeği
rjd2 - weatherpeople
the herbalizer - mr. chombee has the flaw
smoke city - mr. gorgeous (and miss curvaceous)
telepopmusik - love's almighty (feat. Angela McCluskey)
banda ionica - espinita
afiyet olsun efenim.
Perşembe, Ağustos 11, 2005
zamanda yolculuk
counter
adın ne bakayım?
A RAG PARVIS RUN
A PAIR VAR RUNGS
A RAP VAR RING US
AGAIN VAR PURRS
RAPING URSA VAR
GRAIN PAR VARUS
ARGUS PINAR VAR
SUGAR PINAR VAR
AIR VAN RAP RUGS
anagram
A SONIC MIN
A CON I'M SIN
A CONS I'M IN
A COS I'M INN
MICA SI NON
MICA IS NON
MANIC IONS
MONICA SIN
ANOMIC SIN
MOSAIC INN
INCA MI SON
INCA I'M SON
INCA SIMON
INCAS I'M ON
CAM IN IONS
COMA IN SIN
SCAM IN ION
CAN I SIMON
CANON I'M IS
SCAN I'M ION
MAIN SONIC
MAIN COINS
MANS IONIC
AS INC I'M ON
aramaya inanmak
*jack-skellington -tabi ki-
*TON HAFIZA
*kale öğrenci yurdu
*hayri reyhan -hayri meşhur oldun oğlum-
*müzük aletleri -bu arkadaşa bir tdk sözlüğü hediye edeceğim-
*sepserin klima -bunaltıcı olanları da var demek ki-
*namaz örenmek -türkçe örenmek-
*bruce lee -bruce lee kicks ass-
şans işte
Çarşamba, Ağustos 10, 2005
format değişikliği
Pazartesi, Ağustos 08, 2005
ada vapuru yandan çarklı
Perşembe, Temmuz 28, 2005
frrmack
http://spaces.msn.com/members/frrmack/Blog/
Salı, Temmuz 26, 2005
kronoloji
Perşembe, Temmuz 07, 2005
defter
canım defterim benim, allah bana seni kaybettirip tekrar buldurdu. Bir an o kadar çok korktum ki seni bir daha göremeyeceğim diye.
Dün Film müzesinde gezerken gördüğüm enteresan şeyleri yazayım diye seni elimde tutuyordum. Sonra bir yerde Blue box düzeneğiyle oynamak için çantamla beraber seni de kenara bıraktım, ama sanırım seni çantanın altına koymuşum ve sonra giderken sen orada kalmışsın. Çantamda olmadığını fark ettiğimde saat müzeye geri dönmek için çok geç olmuştu. Bütün gece içim içimi yedi, ve bugün panik içerisinde tekrar müzeye gittim.
Seni bulamasaydım ne olurdu bilemiyorum, herhalde bileti iki gün sonraya alıp direk Türkiye'ye dönerdim. Almanya'daki en yakın dostum sensin sonuçta, herşeyi sana anlatıyorum. Gişedeki kadın seni çekmeceden çıkardığında nasıl sevindim bilemezsin. Değerini bir kez daha anladım kara kaplı dostum benim. Bundan sonra sana daha iyi bakacağım, daha çok dikkat edeceğim ve çantada olup olmadığını daha sık kontrol edeceğim. Canım defterim benim, seni çok seviyorum.
Çarşamba, Temmuz 06, 2005
kan vermek
5.7.05.thilo’ların evi.10.30
Gece boyunca havası sönmüş şişme yatağımda, günlerin yorgunluğuyla heyecanlı kabuslar görerek mışıl mışıl uyurken, son derece kibar ve düşünceli, tez canlı ve hızlı konuşan ev sahibem Stephanie’nin –Berlin’deki Stephanie’nin arkadaşı Düsselköy’lü Thilo’nun aynı adlı kız arkadaşı- kapıya birkaç kere sertçe vurmasıyla uyanıyorum. “bir şeyebakmamgrekio” diyoe. Ha, tabi buyur Stefficim dükkan gerçek anlamıyla senin, yalnız biraz yavaş konuşsan olmaz mı?
Tam o bakacağına bakmış, benim rüyama az önce bıraktığım yerden devam edebileceğim bir şekilde odadan çıkıyorken, bir anda dönüp tekrar hızlı hızlı konuşmaya başlıyor “Eerşimdikalkıpgiyinirsenhemenbenimleüniversiteyegelebilirsin”. Ne diyorsun Steffi, afedersin ama bir bok anlamıyorum. Uçan Fil Dumbo’nun gerçeğini görmüşçesine şaşkın bir halde kafa sallıyorum. Haa olur. Niye gelmeyeyim ki? Zaten uyuyup ne yapacağım değil mi? “Haabakhembelkidekazançlıçıkarsınkanvericembenbenimleberaberverirsenbıdıbıdıbıdıbı”. Haa oldu, tamam. NE? KAN MI? Ben az önce neye evet dedim ya? “Benşimdidışarıçıkıyorumkırkbeşdakkasonragelicemhazırolsenidealırçıkarım”. Bir saniye Steffi lütfen, gözünün yağını yiyeyim dur demeye kalmadan ışık hızında hareket ederek terk ediyor ortamı Steffi. Her şey çok hızlı gelişiyor bu sabah. Uyumaya devam mı etsem diye düşünüyorum. Ama olmaz şimdi, evet dedim bir kere ayıp olur. “Allahın Alman’ına ne ayıp olacak ki” şeklindeki düşüncemle çelişen bir hareketle kalkıyorum yataktan. Daha afyonum patlamamış, beynimin birçok bölümü henüz dükkanları açmamış. Oldukça hızlı bir şekilde kahvaltı edip hazırlanıyorum ki kendisi benim için balkona hazırlanmış çoktan. Evet diyeceğimi tahmin etmiş olmalı. Yumurta bile yapmış. Kan yapar bu dimi Steffi? Aslanım benim be. Götüm dona dona yesem de kahvaltı güzel.
Aynen dediği gibi 45 dakika sonra geliyor Steffi. Bastırıp otobandan hızla ilerliyoruz Uniklinik’e doğru. Araba kullanması da hareket etmesi gibi kızın. Değiştirdiğimiz şeridin haddi hesabı yok. Yürü be Steffi kim tutar seni? (Çok sonradan öğreniyorum ki kimse tutamazmış, zira kendisi Dusseldorf Emniyeti’nde çalışıyormuş.)
Kibar olduğu kadar yardımsever arkadaşımız kendi formlarını doldurduktan sonra benimkilere de yardım ediyor, kan verme istasyonuna geldiğimizde. Arabamız da –nereden bizim olduysa- bu arada, sadece kan vermek için gelmiş olan insanlara ayrılmış bir yerde durmakta, ben oha dedim, belirtmeden de geçemedim. Neyse, formlar dolduruldu, sıramızı bekliyoruz. İlk olarak Steffi çağırılıyor. Ben kendi sıramı beklerken, -daha ilk sefer verdiğim için doktor kontrolü falan da olacak tabi- Steffi çıkıyor odadan. Ne oldu lan Steffi, verdin mi hemen? Ne çabuk. Öğreniyoruz ki kendisinin kanını almayı reddetmişler. Nasıl almazsınız ulan? Kaç kere kan verdi bu kız, trombosit bile bağışladı. Bağışlamış bağışlamasına ama dünkü dayanılmaz baş ağrısı yüzünden normalde hiç almadığı ağrı kesiciden yarım tane almış olmasını bahane eden doktorlar kendisini geri çevirmişler. O da onlara “Aramızda iki alyuvarın lafı mı olur?” diyememiş tabi. Kendisine çok kızarak ve bana şans dileyerekten uzaklaşıyor ortamdan.
İlk olarak parmaktan kan örneği, kan basıncı ölçümü, dil altından plastik termometreli vücut sıcaklığı ölçümü üçlüsü ile bir tür ön elemeye tabi tutuluyorum. Annem sürekli kan veremeyeceğimi iddia ederdi. Biraz da kendimle yarışıyorum aslında. Yani kan verip de para kazanamasam ya da “Kanınız çok güzel ama bugün alamıyoruz, kısmet değilmiş” deseler bile yetecek bana. Ateşim 36,4, tansiyonum 12/9, turp gibiyim maşallah. “HIV virüsü taşımadığınızdan emin misiniz?” yazan kutucuğa hayır demişsiniz diyor sarı saçlı çirkin hemşire bir anda. “Evet” diyorum, test yaptırmadım hiç. “Ama taşıyor musunuz, taşımıyor musunuz?”. Ver bakayım sen o kan örneğini bana. Bakayım, hah taşımıyormuşum. Tövbe estağfurullah. Tabi ki gönlümden geçen taşımıyor olmak ama yine de test yaptırmadan nasıl bilebilirim ki? Hemşire birkaç özel soru sorduktan sonra HIV virüsü taşımadığıma emin olduğuma karar veriyor ve beni kağıtlarla dışarı yolluyor. Tekrar beklemeye başlıyorum.
Genç ve sempatik erkek doktorumuz adımı çığırıyor gayet yanlış bir şekilde. Geçip oturuyoruz odasına, o üzerine rahat bir şeyler alırken ben de kendime bir içki koyuyorum. “Demirin az arkadaşım” diyor doktor bir çırpıda. İnsan biraz alıştıra alıştıra söyler dimi? “Azı karar çoğu zarar”ın almancasını bilmediğim için “Yaa”, “Hmm” gibi ünlemlerle geçiştirmeye çalışıyorum durumu. Biliyordum zaten demirimin eksik olduğunu. Ben bu yüzden yıllarca dışlandım ey doktor. ”Nasıl koyar demir eksikliği insana bilir misin sen?” der gibi bakıyorum doktora ama o bana bakmıyor. Ya da belki ben onun bakışından anlamıyorum zira çekmecesinden bir kutu ilaç çıkarıp veriyor bana. “Günde bir tane al bunlardan” diyor. İki haftaya fıstık gibi olursun. Ama ama, iki hafta mı? İki hafta sonra ben burada değilim ki doktor bey. Anlamıyorsunuz, verilecek kan damarda durmuyor, acilen kan vermem lazım benim. Hem kan vermeyip, hem de bu ilaca para mı vereceğim bu arada? Neyse herhalde paralı olsa söylerdi diye düşünüp susuyorum. O da fırsattan istifade vücudumu dinlemeye başlıyor. Ciğerlerim o kadar sağlam ki maşallah, birini bağışlasam mı diye düşünüyorum. Kaç para verirler ki acaba? Sen de para için ruhunu bile satarsın oğlum. Biraz da şakadan anlasan daha çok seveceğim seni Hayri. Hadi bakalım diyip kapıya doğru yöneliyor doktor bey. Aptal oluyorum biraz. Ne yani şimdi, alıyor musunuz kanımı, almıyor musunuz? Bakın almayacaksanız başkasına vereceğim ona göre.
Girdiğimiz odada yatan insanlara ve ünite ünite kanlara bakınca anlıyorum ki testi geçmişim. Demek ki annem yıllarca kandırmış beni, aslında kan verebilirmişim. Bak anneciğim gördün mü, oğlun büyüdü de kan veriyor. Hey gidi hey. Deminkine göre daha az sempatik kel kafalı bir doktor –ya da laborant- yaklaşıyor yanıma. “Sağ mı, sol mu?”. Ne sağ mı? Hangi elimi mi kullanıyorum? Sol. “O zaman şu tarafa geç, yat oraya”. Emredersiniz efendim. Ama bir terslik var, bu kan emici alet sol tarafımda kalıyor. Pardon ben yanlış anlamışım. Lütfen sağ kolumdan alır mısınız? Kan aynı kan nasıl olsa değil mi? Sol koluma daha çok ihtiyacım var benim. Fark etmez diyor kel laborant, kurbanlık koyun gibi yatıyorum yatağın üzerine. Biraz heyecan var tabi. En son test için kan verdiğimde bayılacak gibi olmuştum. Hem şimdi 500 ml. vereceğim kolay değil tabi. İğneleri de pek sevmem hem. Ama görüyoruz ki kel laborantın içinde bir pamuk hemşire yatıyormuş. Bir damla bile acımıyor canım ve başlıyor yayık ayran yapmak için de gayet rahat kullanılabilecek alet kan kırmızısı kanımı çekmeye. Ve 5-10 dakika içinde bitiriyor işini. Ne bir göz kararması var, ne baygınlık hissi. Ne güzel memleket şu Almanya. Ama yüzüm içimi yansıtmıyor olacak ki, kırk kere iyi misin diye soruyor hemşireler. İyiyim gayet ama siz bu kadar sorunca kılandım biraz. Bana böyle paranoyamı tetikleyecek sorular sormamaları gerektiğini bilmiyorlar sanırım. Neyse, kendime bol karbondioksitli bir içki hazırlayıp biraz daha yatıyorum yatakta. Artık gidebilir miyim sayın pamuk elli kel laborant? Siz de doktor olacak adamsınız vallahi. Son bir kez kimliğime bakmak istiyor kendisi. Türkiye’den geldiğimi görünce “Ooo, Turkey, kardaş” diyor. Ne demek şimdi bu? Sen de mi Türksün yoksa bildiğin tek Türkçe kelime bu mu? Fazla sorgulamadan uzaklaşıyorum oradan.
Sanırım gerçekten kan verdim az önce. Danışmadaki hemşiranımteyze bir kağıt tutuşturuyor elime. Ee para? “Bu fatura, sizi getiren kişi alabiliyor parayı”. Oldu mu şimdi, oldu mu ya? İki üç güne gidiyorum ben, bir daha nasıl geleyim buraya? Neyse yapacak bir şey yok deyip çıkıyorum oradan ve kayboluyorum dana gibi Uniklinik’in bahçesinde. Gayet iyi hissediyorum kendimi. Bu kadar kolaymış demek kan vermek.
Akşam eve döndüğümde aslan Steffi aslanlığını bir kez daha gösterip şak diye çıkarıp veriyor 25 avroyu bana, ben bir ara gider alırım bunu diyor. Şükranlarımı sunup kendisine, atıyorum 25 avroyu cebime. Ama para falan önemli değil aslında, kan verdim ben bugün, bugün ben verdim kan.
6.7.05.woyton.14.50
Pazartesi, Temmuz 04, 2005
Aachen - Düsseldorf
Fena bir şehir değil aslında Dom'u Rathaus'u bir kısım inişli çıkışlı sokakları ile, ama bir şekilde negatif bir enerjiye sahip, belki kilisenin önünde yaşayan evsiz kadından, belki sokağın kenarına oturmuş paraaaa paraaaaa diye bağıran dilenciden, belki de otobüste sarhoş sarhoş oraya buraya çarptıktan sonra açıp bize şeyini gösteren adamdan, bilemiyorum. Belki de tamamen farklı bir sebeptendir. Neyse, şimdi bu rahat ama havasız, Almanca'dan çok Fransızca konuşulan trende Düsseldorf'a doğru ilerliyorum. Biraz yoruldum sanırım, uyuyasım var.
Pazar, Temmuz 03, 2005
hd-köln
evet, bir haftalık Heidelberg macerası sona ererken son derece konforlu bir ICE'de, yanlış bölgeye ait olduğu için haritada takip edemediğim bir yoldan Köln'e doğru gidiyorum. Bugün benim doğumgünüm.
*worms diye bir yer var Almanya'da, acaba sürekli worms oynayan insanlar mı var burada? yoksa hayatı worms gibi mi yaşıyorlar? nüfusu pek fazla olmasa gerek o zaman.
*nehirlerin üzerinde bütün ülkeyi dolaşasım geldi şimdi. sandalımı getirin çabuk, uzak şehirlere yelken açacağım. efendim sandalla yelken...sus bakayım. ben ne diyorsam o olur. 23 sene önce bugün ne oldu biliyor musun sen?
*wiesbaden'den bir anda ters yöne doğru gitmeye başladık. Uyuyordum ben. Bir açtım gözlerimi ki treni ters çevirmişler. herşey diğer tarafa gidiyor. Pardon abi bu tren Köln'den geçer mi? Atla koçum.
*Montabaur diye Alman şehri mi olur kardeşim, neresi burası Fransa mı? Zaten tünellerden geçe geçe bir hal oldum. Hayrola bugün bir sinirlisiniz? Çok öyleyimdir.
Cuma, Temmuz 01, 2005
nekibuki
cok eskiden.
haydelbergci
bir iliskinin bitmesi egreti bir sekilde attan dusmeye benzetilebilir. bu dususun siddeti iliskinin onemine ve yogunluguna bagli olarak yavru bir midilliden dusmekle yetiskin -ve kum pistte tek gececegimiz- bir arap atindan dusmek arasinda degisebilir. butun etkenler sabit tutuldugunda -atin cinsi, uzerine dusulen zemin, dusus pozisyonu vs., dususun sebebi nesnel olarak hicbir onem arz etmez. uc ihtimal vardir. ya at sizi uzerinden atmistir, ya siz kendi isteginizle atlamissinizdir, ya da atla anlasip munavebeli bir atlayis gerceklestirmissinizdir. (burada sunu belirtmek gerekir ki uzerinden dusulen -atlanan- at her ne kadar karsi tarafi temsil etse de fiziksel bir benzetim soz konusu degildir. kimse -at gibi kizlar ve erkekler bile- bunu uzerine alinmamalidir.)
bu uc ihtimalden ucunde de bir attan dusmuse donme durumu soz konusudur ve dususun ne sekilde gerceklestigi, attan dusmus oldugunuz gercegini degistirmez. veliefendi hipodromu, son yarista altiliyi kacirdigim gun.