Cuma, Haziran 17, 2005

berlingunlugu I

15.06.05 12.35

Bugün 9.00 gibi kalktım. Mete salağı 7’de uyancaktı ama başaramadı. Kalktık kahvaltı ettik. Mete’nin acelesi vardı, hapır hupur yedi o yüzden. Gerçi her zaman hapır hupur yer ya, neyse. O gittikten sonra ben de hazırlanıp çıktım. Hazır mıydın çıkmaya? Sen nereden çıktın Hayri? Ben seni İstanbul’da bırakmıştım. Yavşağınım ben senin. Sen nereye, ben oraya. Eee, neler yaptın bakalım bugün? Kapa çeneni Hayri. Ben seninle konuşmuyorum. Ayrıca sanki bilmiyorsun neler yaptığımı. Sen anlatınca daha güzel oluyor. Sinirlenince daha güzel olduğunu söylemiş miydim? Seni beynimin “block list”ine alıyorum Hayri. Attığın mesajları görmeyeceğim bundan sonra.
Neyse asıl amacım yeni yapılmakta olan Hauptbahnhof’tan başlayarak Berlin’in göbee olarak niteleyebileceğimiz ve hatta nitelediğimiz dairesel dikdörtgen içinde dönerek, her durakta inip biraz gezeleyip bir sonraki durağa gitmek suretiyle başladığım noktaya varmak idi. Fakat gelin görün ki –sen gözlerini kapat Hayri- Bellevue durağında inip bir miktar yürüdükten sonra kafamdaki yön bulma şalteri tamamen kapandı ve biraz istem dışı olarak biraz da umursamadan kayboluverdim. Turmstrasse, Alt-Moabit bölgesinde hiçbir şekilde aynı yerin önünden iki kez geçmeyerek ama mantıklı bir yere de ulaşamadan dönüp durdum. Ancak şu anda ürettiğim bir argümana dayanarak diyorum ki: “Bir şehri tanımanın en iyi yolu onun içinde kaybolmaktır. İnsan ancak kaybolduğu zaman ezberlenmiş hareketlerinin dışına çıkarak etrafını gerçek anlamda incelemeye başlar.”
Sonuç olarak geleneksel “Türk Erkeğinin Yol Sormama Manifestosu”nu bir kenara bırakarak atladım bir otobüse ve birçok otorite tarafından yalanlanmak ve şiddetle kınanmak pahasına da olsa Berlin’in Taksim Meydanı olarak niteleyebileceğimiz –hayır Hayri aynı espriyi iki kere yapmayacağım- Zoologischer Garten’a geldim. Burası 8 sene önceki Berlin gezisine dair kafamda en canlı görüntülere sahip olan yer. Aslında çok özel bir olay da gerçekleşmemişti burada, sadece otobüs durağında insanları beklemiştik sekiz sene önce geçen mevsim, ama dün akşam burada trenden inip meydana çıkar çıkmaz zihinsel bir şimşek çaktı beynimde ve gözümün önünde yeni çekilmiş bir fotoğraf gibi canlandı herşey. Sanki dün gerçekleşmişcesine.
Neyse efendim, hemen istasyonun yanındaki Cafe Zoo’ya oturup öğlen kahvemi yudumlarkene bu satırları yazma gafletinde de bulunmuş bulundum. Birazdan kalkıp Mete’nin güzel evine gideceğim. Öğle banyosu, öğle yemeği ve öğle uykusunun ardından akşam 7 gibi –akşam demeye bin şahit ister aslında, hava 10:30’da kararıyor zira- Mete’yle buluşmak gibi hain planlarım var. İki gün sonra Nesliyan gelecek Bremen’den, Meteciğim’in de o gün için hunharca planları varmış. Tam olarak ne olduğunu söylemiyor sinsi köfte ama çıtlattığına göre mahvolacakmışım, dibim düşecekmiş, falan filan. Göreceğiz bakalım Mete Bey. Haftaiçi günler de haftasonu öncesi nekahat dönemi gibi geçiyor şu ara. Gayet sakin, huzurlu. Yalnız biraz belki ama çok da rahatsız etmiyor bu kocaman insan bahçesinde oradan oraya sürüklenmek. Berlin, İstanbul’un güzel bir kopyası gibi. Kötü taraflarından kısmen arındırılmış, büyük, çok kültürlü, yarı-kaotik, yaşam dolu bir yer. Tabi ki İstanbul’daki pek çok şey de burada yok ama kendine has güzelliklere sahip. İkinci günden izlenimler şimdilik bu kadar.

a. 13:10 cafe zoo

Hiç yorum yok: